-->

ULUSLARARASI MÜLTECİ HUKUKU VE İNSAN HAKLARI HUKUKUNUN KESİŞİMİNDE TÜRKİYE'NİN ULUSLARARASI KORUMA SORUMLULUĞUNA GENEL BİR BAKIŞ

Dr. Öğr. Üyesi Neva Övünç Öztürk

 

I. Giriş 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) eski Yüksek Komiseri Antonio Guterres 2015 yılında yaptığı bir konuşmada, zorunlu göç hareketlerinin küresel yansımalarını şu çarpıcı ifadelerle ortaya koymuştu: ‘[b]ir paradigma değişimine şahit oluyoruz; dünya çapındaki zorla yerinden edilmenin ve gereken müdahalenin büyüklüğünün yanında daha önce tecrübe edilenin açık bir şekilde küçük kaldığı bir çağa kontrolsüz bir şekilde sürükleniyoruz.’[1] UNHCR’ın güncel istatistikleri bu açıklamanın rakamsal görünümünü net bir şekilde göstermektedir. 2021 yılı itibarıyla yaklaşık 84 milyon kişi zorunlu sebeplerle yer değiştirmiştir. Bu kişilerin 48 milyonu ülke içerisinde yer değiştiren kişiler olmakla birlikte geri kalanı, ülke dışında bulunan ve uluslararası koruma ihtiyacı içerisinde olan kişilerden oluşmaktadır. İstatistiklerin işaret ettiği önemli bir husus ise, bu kişilerin %73’ünün komşu ülkelerde bulunduğuna ve %39’una sadece beş ülke (Türkiye, Kolombiya, Uganda, Pakistan ve Almanya) tarafından koruma sağlandığına ilişkindir. Türkiye ise yaklaşık 3,7 milyon bireye koruma sağlayarak mülteci[2] ağırlayan ülkeler listesinin ilk sırasında yer almaktadır[3].

Öte yandan, dünya genelinde, zorunlu sebeplerle ülkesel sınırları aşan kişilerin, bir başka ülkede korumaya/sığınmaya (etkili) erişimi noktasında ciddi sıkıntılar bulunduğu da gözlemlenmektedir. Örneğin, UNHCR’ın bu hususta mültecilerin ve sığınmacıların herhangi bir değerlendirme yapılmaksızın zorla ülkeden uzaklaştırılması ve kara ve deniz sınırlarında meydana gelen geri-itme vakaları nedeniyle Avrupa ülkelerini uyararak bu ülkelerin hukuki sorumluluklarının altını çizmek durumunda kalması dikkat çekicidir[4]. Benzer şekilde, inter alia, Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International)[5] ve İnsan Hakları İzleme Örgütünün (Human Rights Watch)[6] raporları, korumaya erişim hususundaki ciddi sorunlara işaret etmektedir.

Aktarılan arka plan ışığında, bu yazının amacı, uluslararası koruma sorumluluğu ekseninde Guterres’in ifade ettiği ‘kontrolsüz şekilde sürüklenme’ hâlinin genel hukuki bir sorgulamasını yaparak, bu bağlamda Türkiye’nin uluslararası koruma sorumluluğunun değerlendirilmesidir. Bunun için öncelikle, uluslararası korumanın hukuki teorik temelleri ile bunların insan hakları hukukundaki gelişmelere paralel olarak şekillendirdiği mülteci hukuku alanının genel çerçevesine değinilerek, uluslararası koruma sorumluluğunun pozitif hukuka yansıyan kapsamı ve uluslararası toplum tarafından sorumluluğun paylaşılması meseleleri üzerinde durulacaktır.  Daha sonra ise buradan yola çıkılarak, Türk hukukunda uluslararası korumanın ele alınışı hususu değerlendirilecektir.

II. Uluslararası Koruma Sorumluluğunun Hukuki Kapsamının Şekillenmesi ve Sorumluluk Paylaşımı Meselesi

Ulusal korumadan yoksun kaldığı için temel hak ve özgürlükleri zedelenme riski taşıyan bir bireye, yabancı bir devlet tarafından sağlanan ikame korumayı niteleyen[7] uluslararası korumaya ilişkin sorumluluğun teorik temelleri incelendiğinde, birbiriyle kesişen iki boyutlu bir görünümün ortaya çıktığı belirtilebilir. Anılan görünüm, ‘neden bir devlet kendi vatandaşı olmayan bir bireye koruma sağlar?’ sorusunun cevaplandırılmasında da önem taşımaktadır. 

İlk olarak, meseleye uluslararası hukukun klasik anlayışı çerçevesinde bakıldığında, bu alanın ana özneleri olan devletler üzerinden bir değerlendirme yapılabilecektir. Bu anlayış ekseninde uluslararası hukukun ilgi alanının devletlerarası ilişkilerden oluştuğu kabul edildiğinde, bireylerin uluslararası hukukun alanına, vatandaşlık bağı vasıtasıyla bir devlet ile kurdukları ilişkiden dolayı girebildikleri görülmektedir. Bir başka ifade ile uluslararası hukukun klasik anlayışı eksenindeki düzen, bireylerin görünürlüğünü bağlı oldukları devletler üzerinden tesis etmektedir. Oysa hukuki (de jure) veya fiili (de facto) vatansızlık hâlinde bu düzene aykırı bir hâl ortaya çıkar. Uluslararası koruma ihtiyacı içerisinde olan bireyler ise menşe devletlerinin, vatandaşlık bağının gereği olan ulusal korumayı ve diplomatik korumayı sağlayamaması sebebiyle fiili vatansız olarak nitelendirildiklerinden, klasik anlayıştaki düzenle bağdaşmamaktadırlar. İşte bu nedenle, mültecilik hâline giren kişilerin statülerinin belirlenmesi ve bu çerçevede haklara erişimlerinin tesisi; bir başka ifade ile ‘düzene uyumlu’ hâle getirilmeleri açısından, uluslararası toplumun devreye girerek, koruma zafiyetinden kaynaklanan bu boşluğu uluslararası hukuk kaynakları vasıtasıyla doldurmaya gayret ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim, uluslararası mülteci hukukunun başat kaynağı olan 1951 Tarihli Mültecilerin Statüsüne Dair Sözleşmenin (1951 Sözleşmesi) çıkış noktası da vatansızlık çalışmalarına dayanmaktadır[8]. Sözleşmenin oluşturulmasında rol oynayan Birleşmiş Milletler bünyesindeki Ad Hoc Komitenin raporlarındaki şu ifadeler vatansızlık ve mültecilik halleri arasındaki bağlantıyı net şekilde ortaya koymaktadır: ‘[n]ormal şartlarda her birey ulusal bir topluluğa aittir ve o topluluğun bir parçası olduğunu hisseder. Ulusal otoritelerin korumasından ve yardımından faydalanır. Yurtdışında iken, kendi ulusuna ait otoriteler kendisi ile ilgilenir ve ona belli avantajlar sağlar. Yabancı bir ülkede ikamet etmekte olan bir bireyin tüm hukukî ve ekonomik hayatı bir vatandaşlığa sahip olması üzerine şekillenir. Vatansız bir kişinin vatandaşlığının olmaması onu olağan dışı ve düşük (inferior) bir pozisyona düşürür[9]. ‘[m]ülteciler vatandaşlıklarından yoksun bırakılmış veya vatandaşı oldukları ülkenin korumasından artık yararlanamayan kişilerdir.  Hiçbir durumda bir vatandaşlığa sahip olmanın avantajlarından faydalanamamaktadırlar ve tıpkı bir de jure veya de facto vatansız kişi gibi olağan dışı şartlarda yaşamaktadırlar.[10]  Görüldüğü gibi bu bakış açısı, uluslararası korumanın dayanağını, zedelenen haklar ve vatandaşlık arasındaki sıkı bağa dayandırmaktadır. Mülteciler açısından bu ilişkinin bir yansıması olarak Arendt’in söz konusu bireylere yönelik şu ifadeleri dikkat çekicidir: ‘[a]nayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdu(r)lar; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdi(r)ler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdı(r)lar, yeryüzünün posası’dırlar[11].

Uluslararası koruma sorumluluğunun (hak ikamesinin) ana dayanağını, zedelenen veya yoksun bulunan vatandaşlık bağı üzerinden tesis eden bu anlayışın önemli bir sonucu olarak, koruma sorumluluğunun amacı da bireyi yeniden bir devletin himayesine kalıcı olarak yerleştirmek şeklinde tezahür etmektedir. Nitekim, uluslararası korumanın bireyi kalıcı çözüme eriştirmede bir araç olarak kabul edilmesini bu çerçevede okuyabilmek mümkündür. Uluslararası hukukta üç tür kalıcı çözüm bulunmaktadır. Bunlar; bireyin bulunduğu (sığındığı) devletin toplumuna entegre olması ve nihayetinde bu devletin vatandaşlığına erişebilmesini sağlayan ‘yerel entegrasyon (local integration)’, bireyin yerel entegrasyon çözümüne ulaşabileceği bir başka ülkeye yerleştirilebilmesini sağlayan ‘yeniden yerleştirme (resettlement)’ ve menşe devletindeki koruma ihtiyacı doğuran şartların ortadan kalkması sonucunda kişinin (gönüllü olarak) tekrar bu devlet ile olan vatandaşlık bağını canlandırması, bu devletin korumasından yeniden faydalanmaya başlaması anlamına gelen ‘geri dönüş’tür (repatriation)[12].

Uluslararası koruma sorumluluğunun teorik yapısının şekillenmesindeki ikinci boyut ise, insan hakları hukukunun gelişimiyle kendini göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ivme kazanan insan hakları hukuku alanı ve bu alana ilişkin uluslararası eksendeki çabaların temelinde, artık bireyin tek başına, kendine içkin haklarla donatılmış bir hak öznesi olarak uluslararası hukuk bağlamında da görünür kılınması anlayışı yatmaktadır. Öte yandan temel insan haklarının korunması yönünde uluslararası toplumun kolektif bir menfaati bulunduğu, dolayısıyla bu koruma sorumluluğunun tüm uluslararası topluma karşı ortak bir yükümlülük oluşturduğu kabul edilmektedir[13]. Buradan hareketle, uluslararası koruma ihtiyacı içerisindeki bireylerin zedelenen temel haklarının yeniden tesisi noktasındaki sorumluluğun, bir başka ifade ile uluslararası koruma sorumluluğunun da tüm uluslararası topluma ait bulunduğu sonucuna varılabilecektir. Bu çerçevede, uluslararası korumayı sağlayan devlet, bu faaliyetini tüm uluslararası toplum adına gerçekleştirmiş olmaktadır. Bununla birlikte korumaya erişimin, klasik anlayışın bir uzantısı olarak bir devlet vasıtasıyla sağlanması gereği sonucunda, koruma arayan bireyin, herhangi bir yetki çatışmasının oluşmaması için, kendi ülkesini terk ederek, bir başka ülkeye erişebilmesi elzem hâle gelmektedir. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde (İHEB), sığınma hakkı bireye ait bir temel hak olarak düzenlenmemiş olsa da bir uluslararası teamül hukuku kuralı olarak da kabul edilen ve bireyin koruma olanaklarına erişebilmesini sağlayan sığınma arama ve sığınmadan faydalanma hakkının Beyannamede yer aldığı görülmektedir (İHEB, md. 14). Böylelikle, haklara devlet-birey bağı üzerinden bakan klasik anlayış ile odağına doğrudan doğruya hakları alan insan hakları yaklaşımının kesişimini mülteci hukuku bağlamında görebilmek mümkün hâle gelmektedir. Zira korumanın, bir taraftan yoksun kalınan temel hak ve özgürlüklerin yeniden tesisi zorunluluğuna hizmet etmesi ancak diğer taraftan da bu faaliyetin devlet eliyle gerçekleştirilme gerekliliği bulunması dolayısıyla, her devletin egemenlik yetkisi ekseninde oluşturduğu göç düzeni uluslararası koruma sorumluluğunun yerine getirilmesinde etkili olmaktadır. Ancak bu düzenin egemenlik yetkisi ekseninde oluşturulması hususunda devletlerin sahip olduğu hareket serbestisinin sınırlarının da (uluslararası) insan hakları hukukunun bağlayıcı düzenlemeleri ile belirlenmiş olduğunu unutmamak gerekir.

İnsan hakları hukuku alanının, uluslararası koruma ile olan organik bağlantısı, koruma sorumluluğunun kapsamının şekillenmesinde önemli bir etkiye sahiptir. 1951 Sözleşmesi, uluslararası koruma ihtiyacı içerisinde bulunan bireyi ‘mülteci’ ifadesi ekseninde bildirici olarak tanımlamış ve bu bireye yönelik hakları genel çerçevesiyle düzenlemiştir. Bununla birlikte kendisi de bir insan hakları sözleşmesi olarak nitelendirilen 1951 Sözleşmesinin etkili bir şekilde uygulanması, uluslararası koruma ihtiyacı devam ettiği halde bu Sözleşme kapsamına girmeyen bireylerin de korunabilmesinin sağlanması ve özellikle de koruma ihtiyacı içerisindeki kişilerin korumaya etkin erişiminin gerçekleştirilebilmesi bakımlarından insan hakları hukukunun etkisi yadsınamaz. Bu bağlamda özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihadı, bilhassa geri gönderme yasağı bağlamında, uluslararası korumayı geri gönderilmekten koruyan (etkili) bir yol olarak nitelendirerek sığınma arayan bireylerin uluslararası koruma başvuruları değerlendirmeye alınmadan, sınırdan geri çevirme/geri itme de dahil olmak üzere ülkeden zorla uzaklaştırılmamaları hususunda ağırlıkla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) yaşam hakkını düzenleyen 2. ve işkence yasağını düzenleyen 3. maddelerinin pozitif yükümlülüğü ekseninde koruyucu bir içerik oluşturmaktadır. AİHM içtihadı, günümüzde devletlerin sorumluluk aktarımı bakımından sıklıkla başvurdukları güvenli üçüncü ülke uygulamaları bakımından da yerleşik bir içtihada sahiptir. Bu bağlamda, AİHM, uluslararası koruma ihtiyacı içerisinde olan kişinin, bu ihtiyacının esastan değerlendirilmeden bir başka ülkenin güvenli olduğu gerekçesi ile buraya zorla gönderilmesi noktasında, gönderilecek ülkenin belirli şartları taşıdığının tespit edilmesi gereğini şart koşmaktadır. Bu şartlar ise, kişinin bu ülkede sığınmaya etkili bir şekilde erişim imkânı olması, bu ülkeden (zincirleme) geri gönderilme tehlikesi bulunmaması ve anılan ülkenin kabul şartlarının yeterli seviyede olmasıdır. Böylelikle içtihat, sadece doğrudan tehlike altında bulunulan menşe devletinden gelerek sığınma arayışına giren kişiler bakımından değil, üçüncü bir ülke üzerinden gelerek sığınma arayanlar açısından da uluslararası korumaya erişim güvenceleri getirmektedir. Ayrıca göç kontrolü/yönetimi bağlamında temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması sonucunu doğuran tedbirler bakımından da insan hakları hukuku alanının sınırlamaların sınırlarını belirleyici etkisini de vurgulamak gerekir[14].

Buradan hareketle, uluslararası koruma sorumluluğunun kapsamına ilişkin hukuki çerçevenin uluslararası mülteci hukuku ve insan hakları hukuku alanlarının etkileşimiyle oluşan belirli bir içeriğe sahip olduğundan söz edilebilecektir. Bununla birlikte, sorumluluğun paylaşımı konusunda her iki alanın da sessiz kalması, bir başka ifade ile genel olarak uluslararası hukukta sorumluluğun hakkaniyete uygun şekilde paylaşılmasına dair sistematik bir yöntem öngören hiçbir bağlayıcı düzenlemenin bulunmaması, kimi devletlerin sorumluluğu aktarma veya hiç üstlenmeme yönünde bir eğilim sergilemesine, kimilerinin ise aşırı bir sorumluluğa maruz bırakılmalarına neden olmaktadır. Her iki durum da etkili bir koruma açısından elzem olan özgürlük-güvenlik dengesinin sağlanamaması ile sonuçlanmaktadır.

III. Türkiye’nin Uluslararası Koruma Sorumluluğunun Genel Görünümü 

Halihazırda dünyada uluslararası koruma sorumluluğunu üstlenen ülkeler sıralamasının başında yer alan Türkiye açısından, uluslararası toplumun koruma sorumluluğunu paylaşma noktasındaki yetersiz tavrı, etkili uygulama ve özgürlük-güvenlik dengesinin sağlanması bakımlarından tartışmalı bazı sonuçların doğması riskini taşımaktadır.

Türkiye’nin uluslararası koruma sorumluluğunun hukuki boyutunun gelişimine bakıldığında önemli bir ivme kaydettiği görülmektedir. Uluslararası korumanın iç hukukumuzdaki temel kanuni dayanağı olan 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun (YUKK) öncesinde, özellikle AİHM içtihadı ile uyum konusunda ciddi sıkıntılar barındıran, özgürlük-güvenlik dengesindense güvenliği önceleyen ve hukuki güvenceler bakımından yeterli olmayan bir yapı mevcuttu. YUKK ise bu eksiklikleri giderebilecek bir bakış açısıyla uluslararası koruma alanının ilk kez kanun seviyesinde düzenlenmesine ve göç alanının idaresinden sorumlu olarak sivil bir kuruluşun, Göç İdaresi Başkanlığının oluşturulmasına hizmet etti. Bununla birlikte, Kanunun Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) uyum süreci kapsamında AB’nin uluslararası korumaya ilişkin ikincil düzenlemelerinden esinlenilerek oluşturulduğu göz önüne bulundurulduğunda, ilk haliyle nispeten çerçeve niteliği taşıdığı ve zamanla Türkiye’nin kendine has şartlarını göz önünde bulunduran bir içeriğe bürünme ihtiyacı barındırdığı ifade edilebilir.  YUKK’un oluşturduğu yeni yapının henüz sağlam bir temele oturmadan ve uygulanmasına yönelik kapasite gelişimi tamamlanmadan Türkiye’nin Suriye’den yönelen kitlesel zorunlu göç hareketi ile karşı karşıya kalması, bu arada düzensiz göç hareketlenmelerinin güvenlik kaygılarını artırması ise, uluslararası koruma sorumluluğunun paylaşımından imtina eden uluslararası toplumun da etkisiyle bu ihtiyacın YUKK öncesi reflekslere dönülerek giderilmesi riskini gündeme getirdi.

Nitekim özellikle AB’nin, sorumluluk paylaşımının sadece finansal ayağına odaklanarak fiziksel sorumluluk paylaşımında isteksiz olması, buna ek olarak 18 Mart 2016 tarihli Mutabakat ekseninde Türkiye’nin, Ege adalarına yönelen düzensiz göçü önleme ve bu şekilde Türkiye üzerinden bu adalara geçen tüm düzensiz göçmenleri geri kabul etme taahhüdü altına girmesi, sorumluluğun bir ‘yük’e dönüşmesine ve bunun yansımalarının da YUKK ve ikincil mevzuat üzerinde görülmesine neden oldu. Örneğin Kanun’da 2016 yılında yapılan bir değişiklikle, sınır dışı etme kararlarının kesinleşmesine kadar ilgililerin sınır dışı edilmesini engelleyen otomatik yürütmeyi durdurma müessesesi kaldırıldı. Her ne kadar Anayasa Mahkemesinin bu düzenlemeden kaynak alan uygulamaların geri gönderme yasağı ile bağlantılı olarak etkili başvuru hakkını ihlal ettiği yönündeki pilot kararından[15] sonra hüküm eski hâline getirildiyse de bu kez 2019 yılında yapılan bir değişiklikle sınır dışı etme kararlarına karşı yargıya başvuru süresi 7 gün gibi aynı hak bakımından tartışmalı olabilecek bir süreye indirildi (YUKK md. 53). Öte yandan, YUKK’da uluslararası koruma statüleri kapsamında sayılmadığı için, bu statülere ilişkin hükümlerin etki alanı dışında kalan geçici koruma uygulaması, Geçici Koruma Yönetmeliği ekseninde yürütülmeye devam etti. Kanun ile tanınan uluslararası korumaya başvuru hakkını engelleyen, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması sonucunu doğuran tedbirlere yer veren bu Yönetmelik, yasallık ilkesi ile uyumsuzluğu bir yana içerdiği hak sınırlamalarının ölçülülüğü bakımından da YUKK’un amaçladığı özgürlük-güvenlik dengesini kaydırma potansiyelini taşımaya devam etmekte.

IV. Sonuç

Antonio Guterres’in yoğun zorunlu göç hareketleri karşısında uluslararası toplumun içinde bulunduğu durumu tasvir ederken kullandığı ‘kontrolsüz şekilde sürüklenme’ hâlini uluslararası koruma sorumluluğunun paylaşılmasına yönelik hukuki araçların yoksunluğu ile ilişkilendirmek mümkün olabilir. Uluslararası koruma sorumluluğunun hukuki çerçevesi belirli olmakla birlikte bu sorumluluğun nasıl paylaşılacağının belirsizliği ve uluslararası toplumun paylaşım konusundaki isteksizliği bazı devletlerin ağır bir ‘yük’ altına girmesine neden olmaktadır. Bu durumun bir sonucu olarak, uygulama ve hukuki çerçeve arasında kapasite eksikliği ve güvenlik kaygılarının da dahil olduğu sebeplerle bir uyumsuzluk ortaya çıkmaktadır. Türkiye açısından da benzer bir riskin bulunduğu ifade edilebilir. Bu bağlamda, adil ve hakkaniyete uygun bir sorumluluk paylaşımı sisteminin oluşturulmasının, uluslararası korumanın insan hakları hukuku ile yakın bir etkileşimle şekillenen içeriğinin etkili bir şekilde uygulanabilmesinin önemli bir kriteri olduğu vurgulanmalıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, bir hukuk devleti açısından, hukuk kurallarının bu kuralların belirlediği sınırlar ekseninde uygulanması esastır, bu nedenle özgürlüğü güvence altına alan hukuki düzenlemelerin, kapasite eksikliği veya güvenlik kaygısıyla söz konusu sınırları aşarak bertaraf edilmesi meşru bir gerekçe olarak kabul edilemez.

 

[1] UNHCR, UNHCR Küresel Eğilimler Raporu, Basın Açıklaması, 18.06.2015, https://www.unhcr.org/tr/13002-unhcr-kuresel-egilimler-raporu-basin-aciklamasi.html, (Erişim Tarihi -E.T.: 20.02.2022)

[2] İstatistiklerde yer alan mülteci ifadesinin açılımı için bkz. UNHCR, Refugee Data Finder-Methodology, Measuring Forced Displacement and Statelesness, https://www.unhcr.org/refugee-statistics/methodology/, (E.T.: 20.02.2022).

[3] UNHCR, Refugee Data Finder, https://www.unhcr.org/refugee-statistics/, (E.T.: 20.02.2022).

[4] UNHCR, UNHCR warns asylum under attack at Europe’s borders, urges end to pushbacks and violence against refugees, 28.01.2021, https://www.unhcr.org/en-us/news/press/2021/1/601121344/unhcr-warns-asylum-under-attack-europes-borders-urges-end-pushbacks-violence.html, (E.T.: 20.02.2022).

[5] Örneğin bkz. Amnesty International, Europe: Pushback Practices and Theır Impact on The Human Rights of Migrants and Refugees, Amnesty Internatıonal Submission to The Unıted Natıons (UN) Special Rapporteur on The Human Rights of Migrants, Şubat 2021, https://www.amnesty.org/en/wp-content/uploads/2021/05/IOR4036692021ENGLISH.pdf, (E.T.: 20.02.2022).

[6] Örneğin bkz. Human Rights Watch, Human Rights Watch Submission to the Special Rapporteur’s Report on Pushback Practices and Their Impact on the Human Rights of Migrants, 01.02.2021, https://www.hrw.org/news/2021/02/01/human-rights-watch-submission-special-rapporteurs-report-pushback-practices-and, (E.T.: 20.02.2022).

[7] Bkz. UNHCR, Master Glossary of Terms, ‘international protection’, https://www.unhcr.org/glossary/#i, (E.T.: 20.02.2022).

[8] Bkz. UN Ad Hoc Committee, A Study of Statelessness, Lake Success-New York 1949, https://www.refworld.org/pdfid/3ae68c2d0.pdf, (E.T.: 22.02.2022).

[9] Ibid., s. 11.

[10] UN Ad Hoc Committee, Memorandum by the Secretary General, 03.01.1950, E/AC.32/2, https://www.refworld.org/docid/3ae68c280.html, (E.T.: 22.02.2022).

[11] ARENDT, H.: Totalitarizmin Kaynakları/2 Emperyalizm (çev. Bahadır Sina Şener), İstanbul 2014, s.256.

[12] Bkz. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Kararı, S. 428 (V), 14 Aralık 1950; UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 62 (XLI), 1990, para. (iv); UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 79 (XLVII), 1996, para. (q); UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 81 (XLVII), 1997, para. (q); UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 85 (XLIX), 1998, para. (gg); UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 87 (L), 1999, para. (r); UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 89 (LI), 2000; UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 101 (LV), 2004; UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 104 (LVI), 2005; UNHCR Yürütme Kurulu Kararı, S. 108 (LIX), 2008, para. (l).

[13] Bkz. Barcelona Traction, Light and Power, Ltd. (Belgium v. Spain), I.C.J. Reports 1970, paras. 32-33. 

[14] Bu alandaki AİHM içtihadına ilişkin olarak bkz.  Guide on the Case Law of the European Convention on Human Rights, Immigration, 31.08.2021, https://www.echr.coe.int/Documents/Guide_Immigration_ENG.pdf, (E.T.: 23.02.2021).

[15] Anayasa Mahkemesi, Y.T. Başvurusu, Başvuru No. 2016/22418, Karar Tarihi: 30.05.2019, Resmi Gazete Tarih ve Sayı: 09.07.2019-30826.

 

Paylaş