REKABETİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN’DA YAPILAN DEĞİŞİKLİK ÇERÇEVESİNDE YARGITAYIN ÖZEL HUKUKA DAİR İÇTİHADININ GEÇERLİLİĞİ SORUNU

Doç. Dr. Kerem Cem Sanlı

 

I. Giriş

4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un (“Kanun” veya “Rekabet Kanunu”), yürürlüğe girdiği 1994 yılından bu yana Kanun’da yapılan en önemli değişiklik, 2020 yılı Haziran ayında 7246 sayılı Kanun (“Kanun Değişikliği”) ile gerçekleşmiştir[1]. Bu değişiklik ile taahhüt, uzlaşma ve de minimis şeklindeki yeni kurumlar pozitif hukukumuza dâhil gibi edildiği gibi muafiyet, birleşme ve devralmalar ve yerinde incelemeye ilişkin düzenlemelerde değişiklikler yapılmıştır. Hemen akabinde de Rekabet Kurumu (“Kurum”) bu değişikliklerin öngördüğü ikincil düzenlemeleri hayata geçirmiş[2] ve fiilen etkili bir şekilde uygulanmaya da başlamıştır. Genel olarak ele aldığımız zaman, değişikliğin Avrupa Birliği hukuku ile uyum sağlamaya yönelik olduğunu, geçtiğimiz yirmi yıllık dönemde mehaz hukukta kabul edilen ve uygulanan düzenlemelerin hukukumuza aktarıldığını söyleyebiliriz. Muhteva açısından ise değişiklikler yaptırım politikasını konu edinmektedir. Bu bağlamda yeni müesseselerin, idari etkinlik (usul ekonomisi) sağlayacak şekilde, incelemelerin daha etkili yapılması ve aynı zamanda hızlı şekilde sonuçlandırılmasına imkân sağlayacağını öngörebiliriz. Bu nedenle de değişiklikler genel olarak olumludur. Öte yandan bu hükümler, Rekabet Kurulu’nun (“Kurul”) inceleme ve yaptırım sürecindeki takdir yetkisini genişletmektedir. Dolayısıyla hukuk güvenliği açısından bu yetkilerin nasıl kullanıldığı önem arz etmektedir. Kurul, ihdas ettiği ikincil nitelikteki düzenlemeler ile yetkinin kapsamını sınırlamış olsa da önümüzdeki dönemde gerçekleşecek pratik uygulama yol gösterici olacaktır.

Kanun değişikliği, muafiyet hükmü dışında, özel hukuk alanında herhangi bir düzenleme öngörmemektedir. Bu anlamda rekabet hukukunun ihlalinden doğan tazminat sorumluluğuna dair uygulamada karşılaşılan sorunların, kanun koyucu tarafından öncelenmediğini tespit edebiliriz. Halbuki mehaz hukukta, tazminat sorumluluğunda karşılaşılan sorunların çözümüne yönelik kapsamlı çalışmalar yapılmış ve bu çalışmaların sonucunda 2014/104 sayılı Direktif’[3] kabul edilmiştir. Akabinde üye ülkeler Direktif uyarınca ulusal hukuklarında esaslı değişiklikler yapmıştır. Dolayısıyla bu alandaki değişikliklerin dikkate alınmamış olması, bizce bir fırsatın kaçırıldığı anlamına gelmektedir. Bu bir yana, kanun değişikliğinin, bir yönüyle özel hukuk uygulamasındaki belirsizlikleri artırdığı, yani hâlihazırda mevcut olan sorunları ağırlaştırdığı dahi söylenebilir. Zira muafiyet, taahhüt, uzlaşma ve de minimis’e dair yeni hükümlerin, özel hukuk alanında bazı yansımaları olması kaçınılmazdır. Ne var ki bu hükümler ile özel hukuk arasında ilişki kurulmamış, pozitif düzenleme yapmaktan imtina edilmiştir. Nitekim bu çalışmada salt Yargıtay’ın “kesinleşmiş Kurul kararı olmaksızın tazminat davası görülemez” şeklinde özetlenebilecek içtihadı dikkate alınarak, Kanun değişikliği ile özel hukuk arasındaki ilişki ele alınacak ve hâlihazırdaki belirsizliğin bir ölçüde giderilmesine yönelik bir adım atılacaktır[4].

II. Sorunun Ortaya Konulması

Bilindiği üzere rekabet hukukunun ihlali, bir zarara neden olması halinde aynı zamanda haksız fiil sorumluluğuna neden olmaktadır. Kanun’un 57 ve 59. maddesi arasındaki hükümler, bu sorumluluğa dair özel düzenlemeler öngörmekte ve örneğin, zarar görenin üç katına kadar tazminat talep edebileceğini belirtmektedir. Özel hükümlere rağmen, geçtiğimiz yirmi yıllık süre içerisinde, ne yazık ki tazminat sorumluluğu etkin bir şekilde tatbik edilmemiştir. Bunun çok çeşitli nedenleri vardır. Ancak bunlardan biri ve en belirleyici olan gerekçe, fikrimizce, Yargıtay’ın 1999 yılından bu yana kabul ettiği ve istikrar kazandığı söylenebilecek olan içtihadıdır[5]. Yargıtay, kararlarında farklı vasıflandırmalarda bulunsa da[6], rekabet hukukunun ihlal edilmesinden doğan tazminat davalarında mahkemenin davayı görebilmesi için, Kurul’un ihlal kararının gerekli olduğunu ve bu karar kesinleşmeden de mahkemelerin davayı göremeyeceğine hükmetmektedir[7]. Bu içtihat doğrultusunda mahkemeler bazen açılan tazminat davasını kesinleşmiş bir Kurul kararı bulunmaması sebebiyle doğrudan reddetmekte, bazı hallerde ise bekletici mesele yapmaktadır. Bununla birlikte her hâlükârda Kurul’un ihlal kararı vermediği, örneğin kendisine yapılan şikâyeti ihlalin olmadığı gerekçesiyle reddettiği bir ihtimalde, tazminat yolu kapanmaktadır. Diğer taraftan Kurul ihlalin varlığına dair bir karar vermişse, “hukuka aykırılık” unsuru mahkemeler nezdinde prensip olarak tartışma konusu haline getirilmemektedir[8].

Yargıtay’ın bu içtihadı, pek tabii makul bazı politika gerekçelerine dayanmaktadır. Kurum’un delil elde etmeye matuf imtiyazlı yetkileri, rekabet hukuku ve özellikle ekonomik analiz alanındaki uzmanlığı, çelişkili kararların ortaya çıkması riski ve kamu kaynaklarının etkin kullanımı bunlardan ilk akla gelenleridir. Özellikle rekabet hukukunun yeni uygulanmaya başladığı bir dönem için rekabet hukukunun münhasıran Kurul kararları çerçevesinde tatbik edilmesi olası sorunlara dair pratik bir çözüm olarak nitelendirilebilir. Ancak, bu içtihadın pozitif hukuk açısından bir gerekçesi yoktur. Ne Rekabet Kanunu ne de başka bir kanun, bu içtihadın benimsenmesini gerektirmektedir. Daha da ötesinde bu içtihadın öngördüğü prensip, Kanun hükmüyle de çelişkilidir. Kanun’un 59. maddesi olsa açık bir şekilde mahkemelerin de hukuka aykırılık analizi yapabileceğini belirtmektedir. Ayrıca bu içtihadın hukuk politikası açısından özellikle özel hukuk uygulamasının tamamlayıcı işlevinin hayata geçirilememesi başta gelmek üzere sorunlu yönleri vardır. Yargılamaların uzaması, zamanaşımı sorunu ve Kurul’un özel hukuk uygulamasında tek belirleyici olması bunlardan bazılarıdır. Bu ve diğer sorunları başka çalışmalarda ele aldığımız için, burada detayına girmiyoruz[9].

III. Kanun Değişikliğinin Yargıtay İçtihadı Açısından Sonucu

Peki, Kanun değişikliğinin Yargıtay İçtihadı açısından sonucu nedir? Peşinen söyleyelim ki kanun değişikliği sonrasında biz yukarıda ana hatlarıyla ortaya konulan Yargıtay içtihadının geçerliliğinin kalmadığını düşünüyoruz. Bunun iki nedeni vardır: İlki, muafiyete; diğeri ise taahhüde ilişkin kanun değişikliğidir. Bu iki hüküm, Kurul’un ihlal kararı vermemiş olsa bile, mahkemelerin hukuka aykırılığı değerlendirebilmesine imkân tanımaktadır. Mahkemeler taahhüde konu bir eylem hakkında hukuka aykırılık analizi yapabilecekleri gibi muafiyet kararı da verebilirler. Bu yeni hükümlere rağmen, hâlen İçtihadın geçerli olduğunu savunmak, açıkça pozitif hukuka ve kanun koyucunun iradesine aykırı olacaktır. Dolayısıyla Kanun değişikliğinin, açıkça düzenlenmemekle birlikte, Yargıtay içtihadını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Şimdi bu önermemizi açıklayalım.

Kanun’un 5. maddesinde yapılan değişiklik sonrasında, maddenin lafzı şu şekildedir: “Aşağıda belirtilen şartların tamamının varlığı halinde, teşebbüsler arası anlaşma, uyumlu eylem ve teşebbüs birliği kararları 4 üncü madde hükümlerinin uygulanmasından muaftır. (…) İlgili teşebbüs veya teşebbüs birlikleri, 4 üncü madde kapsamındaki anlaşma, uyumlu eylem veya teşebbüs birliği kararının muafiyet şartlarını taşıdığının Kurul tarafından tespit edilmesi amacıyla Kuruma başvuruda bulunabilir”. Maddenin önceki hâlinde, bireysel muafiyet kararını sadece Kurul verebiliyor iken, yeni hüküm tartışmaya yer bırakmayacak şekilde Kurul’un tekelini ortadan kaldırmıştır. Nitekim gerekçede de bu husus, Avrupa Birliği hukukuna uyum mülahazası ile bu değişikliğin yapıldığı beliriltmek suretiyle örtülü olarak açıklanmaktadır. Dolayısıyla bu hüküm çerçevesinde bireysel muafiyet kararı mahkemeler tarafından verilebilir. Öte yandan uygulamada belirsizlik yaşanmaması adına, teşebbüslerin Kurum’a başvuru yaparak muafiyet talep edebilecekleri de açıkça hükme bağlanmıştır. Bu hüküm çerçevesinde, kanun koyucunun açık bir şekilde 4 ve 5. maddelerin mahkemeler tarafından (Kurul kararından bağımsız olarak) uygulanmasını sağlamak iradesine sahip olduğu görülmektedir. Bu değişiklik ve dolayısıyla bu iradenin anlam ifade etmesi, ancak söz konusu içtihadın geçerli olmadığı bir hukuk rejiminde mümkün olabilir. Zira eğer içtihat hâlen geçerli kabul edilirse, zaten mahkeme ne 4. ne de 5. maddeyi uygulayabilir. Bu ise, mahkemenin bireysel muafiyet kararı verebileceğine dair kanun değişikliğini boşa çıkarır, diğer bir ifadeyle, etkisiz hale getirir. Tabiatıyla bu yorumun yapılması bizce pozitif hukuk açısından mümkün değildir. Bu nedenle Kanun değişikliği karşısında içtihadın geçerliliği yoktur. Öte yandan bu değişiklik mehaz düzenleme esas alınarak yapılmıştır. Avrupa Birliği hukukunda 1/2003 sayılı Tüzük’ün kabul edilmesinden bu yana mahkemelerin, Komisyon (veya bir rekabet otoritesi) kararından bağımsız olarak hukuka aykırılık değerlendirmesi yapabileceği kabul edilmektedir. Nitekim uygulamada da mahkemelerin Komisyon veya ulusal rekabet otoritesi kararı olmasa da, Avrupa Birliğinin İşleyişine Dair Anlaşma’nın 101 ve 102. maddelerini tatbik edebileceği kabul edilmektedir. Dolayısıyla mehaz hukuk dikkate alınınca da aynı sonuca varmak gerekir.

İkinci gerekçenin ise, taahhüde dair kanun değişikliği olduğunu söylemiştik. Kanun’un ilgili maddesi aynen şu şekildedir: “Yürütülmekte olan bir önaraştırma ya da soruşturma sürecinde 4 üncü veya 6 ncı madde kapsamında ortaya çıkan rekabet sorunlarının giderilmesine yönelik olarak ilgili teşebbüs ya da teşebbüs birliklerince taahhüt sunulabilir. Kurul söz konusu taahhütler yoluyla rekabet sorunlarının giderilebileceğine kanaat getirirse bu taahhütleri ilgili teşebbüs ya da teşebbüs birlikleri açısından bağlayıcı hale getirerek soruşturma açılmamasına veya açılmış bulunan soruşturmaya son verilmesine karar verebilir. Rakipler arasında fiyat tespiti, bölge veya müşteri paylaşımı ya da arz miktarının kısıtlanması gibi açık ve ağır ihlallerle ilgili olarak taahhüt kabul edilmez. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurul tarafından çıkarılan tebliğ ile belirlenir.” Nitekim kısa bir süre sonra taahhüt kurumunun uygulanma esaslarını açıklayan Tebliğ de yürürlüğe girmiştir.

Taahhüt kurumunun, ilk bakışta Yargıtay içtihadı ile nasıl bir ilişki içerisinde olduğu veya hangi gerekçe ile içtihadı geçersiz hale getirdiği sorgulanabilir. Öncelikle taahhüdün işlevine değinelim. Taahhüt, bilindiği üzere, rekabet karşıtı olduğu düşünülen bir davranış hakkında yapılan incelemenin, erken sonuçlandırılmasına imkân veren ve bu suretle bir yandan rekabet karşıtı durumu geleceğe dönük olarak telafi eden, diğer yandan soruşturmanın sona ermesini sağlaması sebebiyle usul ekonomisine hizmet eden bir müessesedir. Taahhütte bulunan teşebbüs, uzlaşmadan farklı olarak hukuka aykırı davrandığını ikrar etmemekle birlikte, rekabet hukuku açısından risk içeren bir davranışta bulunduğunu kabul etmekte ve buna paralel olarak rekabetçi yönde bir davranış değişikliğine gideceğini taahhüt etmektedir. Teşebbüs tarafından sunulan taahhüdün Kurul tarafından kabulü ve bağlayıcı hâle getirilmesi ile teşebbüs hakkındaki inceleme sonlandığı gibi ihlal tespitinde bulunulmadığı için teşebbüs idari para cezasından da kurtulmaktadır. Böylelikle aslında hem kamu hem de teşebbüsler bu müesseseden muhtelif yararlar sağlamaktadır. 

Peki bunun özel hukuk açısından nasıl bir sonucu bulunmaktadır? Bu soruya yanıt vermek için başka bir sorunun yanıtına bakalım: Taahhütle sonlanan bir inceleme neticesinde tazminat davası açılabilir mi? Kanun bu konuda bir düzenleme yapmamıştır. İşte bu noktada Yargıtay içtihadının önemli bir hukuki yansıması karşımıza çıkmaktadır. Eğer içtihat hâlen geçerli kabul edilirse bunun sonucu, taahhüt verilen senaryolarda, teşebbüsün sadece idari para cezasından değil aynı zamanda tazminat sorumluluğundan da kurtulmasıdır. Zira içtihat, sorumluluğa hükmedilmesi için Kurul’un bir ihlal kararı vermiş olmasını gerekli görmektedir. Şu hâlde taahhüt kararlarında hukuka aykırılık tespiti olmadığına göre, taahhütle sonlanan bir incelemede, hukuka aykırılık riski ne kadar yüksek veya zarar ne kadar büyük olursa olsun tazminat sorumluluğuna gidilebilmesi mümkün değildir.

Bu konuyla ilgili olarak, taahhüt verilen hâllerde ne idari açıdan ne de özel hukuk açısından sorumluluk olmasının isabetli olduğu ve bu nedenle, içtihadın hukuki sonucunun, aslında hukuk politikası açısından doğru olduğu iddia edilebilir. Bu görüşe katılma imkânı yoktur. Taahhüt kurumunun mantığı, kamu kaynaklarından tasarruf ederek, rekabetçi sonucun bir an önce elde edilmesidir. Dolayısıyla teşebbüs, bunun karşılığında sadece idari para cezası ödemekten kurtulmaktadır. Bu anlamda taahhüt, eylemi hukuka uygun hale getirmemekte, (bahsedilen kamusal yararlar nedeniyle) idari süreci sonlandırmaktadır. Eylem hukuka uygun hâle gelmediğine göre, salt Kurul’un ihlal kararının olmaması, tazminat sorumluluğunu engelleyen bir durum olamaz. Ayrıca taahhüde esas olan menfaat denklemi sadece kamusal yarar ve maliyetleri içermektedir. Rekabet hukukunun ihlali sebebiyle zarar görenlerin zararlarının giderilmesi ise, bu menfaat denkleminin dışındadır. Taahhüt veren teşebbüslerin idari para cezası dışında verdikleri zararları ödemekten de kurtulmaları, özel hukuk yaptırım sistemi ile amaçlanan bir durum olamaz. Nitekim Avrupa Birliği hukukunda da taahhüt kurumunun özel hukuk yargılamasını önlemediği, taahhütle sonuçlanan dosyalarda da zarar görenlerin tazminat davası açma hakkına sahip olduğu kabul edilmektedir[10]. Burada mahkeme, doğal olarak taahhüt ile sonuçlanan sürece konu olayı ve hatta taahhütlerin kendisini de dikkate alarak hukuka aykırılık hakkında bir hüküm verecektir. Aynı sonucun Türk rekabet hukuku açısından da kabul edilmesi gerekir. 

IV. Sonuç 

Kanun koyucu açıkça öngörmemiş olsa da Kanun değişikliği, özel hukuk açısından önemli bir hukuki sonuç meydana getirmiştir. Özellikle taahhüt ve muafiyet hükümleri, bizce Yargıtay içtihadının bundan böyle etkisiz hâle gelmesine, geçerliliğini yitirmesine neden olmuştur. Zira bu hükümlerin amaca uygun bir şekilde tatbik edilmesi, bu içtihadın mahkemeler tarafından uygulanmaya devam edilmesi ile mümkün olmaz. Sözün özü, mahkemelerin Kurul kararı olmaksızın, hukuka aykırılık hakkında hüküm tesis edebilmeleri gerekir. Aksi yorum, pozitif hukukun açık bir şekilde göz ardı edilmesi anlamına gelir. Bu nedenle biz, bundan sonraki dönemde, mahkemelerin Kurul kararı olmaksızın hukuka aykırılık değerlendirmesi yapabilmesine olanak sağlayan bir içtihat değişikliğine gidilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Şunu da ifade edelim, bu durum, tazminat davalarının Kurul kararı sonrasında açılması pratiğini fazla değiştirmeyecek ve hatta mahkemeler, hukuka aykırılığı ihtiyari bekletici mesele yapmaya devam edeceklerdir. Ancak özellikle taahhüt ile sonuçlanan incelemelerde ve ayrıca Kurul’un kamu politikası gerekçesiyle reddettiği bazı dosyalarda, tazminat davası mahkemeler tarafından görülebilecektir. Salt bu hususun dahi önemli bir kazanım olduğunu düşünüyoruz. 

Son olarak, ideal olan, kanun koyucunun özel hukuk yargılamasında karşılaşılan sorunları ele alan kapsayıcı, bütünsel bir yasal düzenleme yapmasıdır. Kanun değişikliği ile öngörülen yeni kurumlar ile özel hukuk sonuçları arasındaki ilişkinin kurulmaması ve hâlihazırda özel hukuk sonuçlarının etkin bir şekilde uygulanmasını engelleyen sorunlarla ilgili herhangi bir yasal düzenleme öngörülmemesi, mehaz hukukta buna ilişkin zengin bir yasama çalışması varken, talihsizlik olarak nitelendirilebilir. 

 

Dipnotlar

[1] 24.06.2020 tarih ve 31165 sayılı Resmî Gazete.

[2] Rekabeti Kayda Değer Ölçüde Kısıtlamayan Anlaşma, Uyumlu Eylem ve Karar ve Eylemlerine İlişkin 2021/3 Sayılı Tebliğ, RG. 16.3.2021 T. ve 31425 S., Rekabeti Sınırlayıcı Anlaşma, Uyumlu Eylem ve Kararlar ile Hakim Durumun Kötüye Kullanılmasına İlişkin Önaraştırmalarda ve Soruşturmalarda Sunulacak Taahhütlere İlişkin 2021/2 Sayılı Tebliğ, RG. 16.3.2021 T. 31425 S., Rekabeti Sınırlayıcı Anlaşma, Uyumlu Eylem ve Kararlar ile Hakim Durumun Kötüye Kullanılmasına İlişkin Soruşturmalarda Uygulanabilecek Uzlaşma Usulüne İlişkin Yönetmelik, RG. 15.7.2021 T. 31542 S.

[3] Directive 2014/104/EU of the European Parliament and of the Council of 26 November 2014 on certain rules governing actions for damages under national law for infringements of the competition law provisions of the Member States and of the European Union, 05.12.2014, OJ L 349/1-19

[4] Kanun değişikliğinin özel hukuk alanındaki sonuçlarını daha geniş kapsamda ele alan bir çalışma için bkz. Kerem Cem Sanlı, “7246 sayılı Kanun ile Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’da Yapılan Değişikliklerin Özel Hukuk Yansımaları ve Özellikle Muafiyet Hükmü Değişikliği”, Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’da Yapılan 2020 Yılı Değişiklikleri: Nedenleri, Kapsamı ve Olası Etkileri (editör: Kerem Cem Sanlı), İstanbul 2022, s. 43-96;

[5] Bu kararlardan bazıları için örnek olarak bkz. Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin (“HD”) 17.09.1998 tarih ve 3350/732; 10.05.1999 tarih ve 1948/3745; 01.11.1999 tarih ve 3350/6364; 29.11.2002 tarih ve 2827/7580; 06.11.2006 tarih ve 2809/10346; 14.02.2011 tarih ve 330/1771 sayılı kararları.

[6] Yargıtay, bazı kararlarında kesinleşmiş Kurul kararını “dava şartı” olarak vasıflandırmıştır (Örneğin bkz. Yargıtay 11. HD, 25/03/2014 tarih ve 2012/15359 Esas, 2014/5834 Karar). Bu vasıflandırma, mahkemenin yargılama yapabilmesi için Kurul kararına ihtiyaç duyulup duyulmadığı tartışması bir kenara, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (“HMK”) 114. maddesine açıkça aykırıdır. Dolayısıyla Kurul kararının bekletici sorun yapılması, HMK’nın 165. maddesine dayanır ve tamamen ihtiyaridir. Pratikte mahkemelerin her zaman bekletici mesele yapmaları ve bu yönden mahkeme kararlarının bozuluyor olması, Kurul kararını dava şartı haline getirmez (Bu yönde bir karar için Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 3. HD, 01.07.2020 tarih ve 2019/2347 Esas, 2020/845 Karar). Dolayısıyla Yargıtay İçtihadını, kesinleşmiş Kurul kararının bir dava şartı olarak arandığı şeklinde yorumlamıyoruz.   

[7] Bölge Adliye Mahkemesi (“BAM”) kararları dikkate alındığında, kesinleşmiş Kurul kararının bekletici meselesi haline getirilmesi gerektiği ile ilgili yaygın bir kanaatin varlığı dikkat çekmektedir. Gerçekten de BAM kararları incelendiğinde kararların büyük çoğunluğunun hukuka aykırılık tespitinin kesinleşmiş Kurul kararına dayanması sebebiyle Kurul kararının kesinleşmesinin bekletici mesele haline getirilmesi gerektiği yönünde olduğu anlaşılmaktadır. Örnek olarak bkz. Konya BAM 6. HD’nin 02.05.2019 tarih ve 177/397; Ankara BAM 3. HD’nin 01.07.2020 tarih ve 585/848; Ankara BAM 3. HD’nin 01.07.2020 tarih ve 2019-2347/845; Ankara BAM 3. HD’nin 01.07.2020 tarih ve 527/847; Ankara BAM 3. HD’nin 14.02.2019 tarih ve 2018-1348/260; Ankara BAM 3. HD’nin 10.01.2019 tarih ve 2018-1191/15 sayılı kararları. Bununla birlikte “dava şartı” nitelendirmesi için bkz. ve karş. Adana BAM 9. HD’nin 16.01.2020 tarih ve 2018-1872/24 sayılı kararı.  

[8] Kurul’un 12 Banka kararı üzerine verilen mahkeme kararlarının değerlendirildiği ampirik bir çalışma için ayrıca bkz. Kerem Cem Sanlı / Buğra Kesici / Cihan Doğan, “Güncel Yargı Tatbikatı Işığında Rekabet Kurulu’nun 12 Banka Kararı Üzerine Açılan Tazminat Davaları Bağlamında Ampirik Bir İnceleme”, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Cilt: 34, S: 4, Aralık 2018, s. 123-200.

[9] Kerem Cem Sanlı, Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun Özel Hukuk Alanındaki Sonuçları: Genel Bakış ve Sorunlar, Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un Özel Hukuk Alanındaki Sonuçları: Sorunlar ve Çözüm Önerileri (editör: Kerem Cem Sanlı), İstanbul 2013. Yine bu sorunlar hakkında ayrıca bkz. Buğra Kesici, Rekabet Hukukunun İhlâlinden Kaynaklanan Haksız Fiil Sorumluluğu, İstanbul 2017.

[10] Case C-547/16, Judgment of the Court (Third Chamber) of 23 November 2017 Gasorba SL and Others v Repsol Comercial de Productos Petrolíferos SA https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:62016CJ0547&from=EN

 

Paylaş