JOHNSON V. MONSANTO CO. DAVASININ İNSAN SAĞLIĞI RİSKLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
-
21 Ocak 2022
Risk kavramı, haksız fiil hukukunun da merkezinde yer alan bir kavramdır. Bir davranışın, maddenin ya da faaliyetin istenmeyen bir sonuca yol açma ihtimali varsa o davranışın, maddenin ya da faaliyetin riskli olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte risk kavramının daha farklı anlamları da vardır. Bunlardan biri meydana gelebilecek istenmeyen olay; ikincisi ise meydana gelebilecek istenmeyen bir olayın sebebi olarak ifade edilebilir.[1]
Haksız fiil hukukunda sorumluluğun doğabilmesi için sorumluluğa yol açan olgu ile zarar arasında nedensellik bağının kurulması gerekir. Bununla birlikte varlığı bilimsel açıdan şüpheli olan risklerin tartışıldığı davalarda nedensellik bağının tespiti her zaman kolay olmamaktadır. Bazı insan sağlığı riskleri ve çevresel risklerin konu olduğu davalarda durum böyledir. Ancak diğer taraftan bu risklerin ileri sürülen bazı niteliksel özellikleri toplumsal tartışmalara yol açmaktadır. Özellikle toksik maddelerin yarattığı riskler bu kategoride yer alır. Bu risklerin zarar verici potansiyeli uzun zamandan bu yana çeşitli bilimsel çalışmaların ve tartışmaların da konusu olmuştur.[2] İnsan sağlığını ve çevreyi önemli derece ilgilendiren bu risklerin varlığı aynı zamanda politik bir konudur. Bu tartışmaların varlığı hem kanun koyucuları hem de politika yapıcıları doğrudan ilgilendirmektedir. Risklerin büyüklüğü ile olası sonuçlarının geri döndürülemez boyutlara ulaşması ihtimali haklı olarak toplumsal korkuya sebebiyet vermektedir. Bu sebeple ilgili riskler hakkında bir politika üretilmesi talebi ile bu risklerden hukuk yoluyla korunma sağlanması talebi, toplumun önemli taleplerinden biri haline gelmektedir.[3]
Özellikle insan sağlığına ve çevreye tehdit oluşturan bu riskler, ilerlemiş bilim ve teknolojinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan nükleer santrallerin, radyoaktif atıkların, sentetik ilaçların, kimyasalların, kimyasal santrallerin ve kimyasal depolama gibi faaliyetlerin varlığı sebebiyle toplumun maruz kaldığı risklerin karakteri değişmiş ve hem karakteri hem de büyüklüğü farklı olan yeni risk türleri oluşmuştur. Bu risklerin ise örtülü olması, olası sonuçlarının uzun dönem içerisinde ortaya çıkması ve sonuçlarının geri döndürülemez nitelik taşıması ihtimali ise toplumsal açıdan sorun yaratır niteliktedir.[4] Özellikle kimyasal nitelikteki risklerin karakteri çeşitli özellikler taşımaktadır. Bu tip riskler, maruz kalındığı tam olarak bilinemeyen, bilimsel açıdan etkileri ve sonucu kestirilemeyen, etkileri gözlemlenemeyen ve sonuçlarının ortaya çıkması zamana yayılan özellikleri ile ön plana çıkmaktadır. Bu bağlamda bilimsel açıdan bir belirsizlik hali mevcuttur. Bu belirsizliğin yarattığı endişenin doğal sonucu ise bu tür riskler için daha katı düzenlemelerin ve uygulamaların talep edilmesidir.[5]
*** *** ***
İnsan sağlığına ve çevreye risk teşkil ettiği iddia edilen bir ürün, madde ya da faaliyetin tartışıldığı bir haksız fiil davasında mahkemenin değerlendireceği risk, teknik anlamda kişinin bir madde ya da faaliyetin olumsuz etkilerine maruz kalabilme ihtimalidir.[6]
Bu anlamda hukuki açıdan nedenselliğin kurulabilmesi ve sorumluluğun doğabilmesi için, öncelikle riskin varlığına ya da yokluğuna ilişkin bir belirleme gerekir. Bir diğer deyişle, nedensellik bağının kurulması, meydana geldiği ileri sürülen zararın, ilgili riskin gerçekleşmesiyle meydana gelip gelmediğinin kanıtlanmasını gerektirecektir.
Toplumsal endişenin artmasıyla birlikte bu tip risklerin yol açtığı zararlara ilişkin çok sayıda dava açılmaktadır. Bu davalarda zararın ilgili riskin gerçekleşmesi sebebiyle doğup doğmadığının belirlenmesi gerekmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu risklerin birçoğu varlığı bilimsel açıdan tartışmalı olan risklerdir. Örneğin, kimyasal içerikli bir maddenin sebep olduğu zarar iddiasıyla açılan bir haksız fiil davasında zarar görenin aradaki nedenselliği göstermesi birçok zorluk barındırır. Zira zarar gören, kimyasal bir maddeye maruz kalma ile doğan zarar arasındaki nedensellik ilişkisini ispat etmelidir. Klasik bir haksız fiil davasında bilgi ve tecrübe, aradaki nedenselliği kurmak için yeterli olabilirken, bu tip davalarda kimyasal içerikli maddenin tıbbi ve bilimsel doğası bu konudaki uzmanların bilgi ve tecrübesine başvurmayı gerekli kılar. Buna göre bir kimyasal maddeye maruz kaldığı için zarara uğradığını iddia eden zarar gören, riskin varlığını ve bu sebeple zarara uğradığını kanıtlayabilmek için mutlaka uzman görüşlerine, istatistiki bilgilere, epidemiyolojik ve toksikolojik kanıtlara ve laboratuvar çalışma raporlarına dayanmak durumundadır.[7]
Ancak böyle bir davada başvurulan uzman görüşlerinin ve bilimsel çalışmaların birbirinden farklı olması olasıdır. Bu durum hem riskle ilgili yapılan çalışmaların farklı sonuç vermesinden hem de meydana gelen zarara başka bir etkinin sebebiyet verebilmesinin mümkün olmasından kaynaklanabilir. Şu halde, hem riskin varlığına hem de zarara ilgili riskin gerçekleşmesinin sebep olduğuna ilişkin tespitin yapılması zorluk taşır. Bu zorluk, düzenleyici işlemler yapılması ve riske karşı bir politika belirlenmesi aşamasında da ortaya çıkacaktır. Elbette ki hem hukukçular hem de politika belirleyiciler her zaman bilimsel verilere dayanmak zorundadır. Ancak asıl sorun, hukuki sorumluluğun doğabilmesi için ne derece kesinlik aranacağı ve insan sağlığı söz konusu olduğunda olası bir riske karşı harekete geçmek için ne kadar güçlü kanıtlar gerekeceğinin tartışmalı olmasıdır. Öte yandan varlığı tartışmalı risklere karşı artan endişenin yarattığı toplumsal baskı, bilimsel olarak varlığı tamamen kesinleşmiş olmayan bir riske karşı harekete geçmeye zorlayabilecektir. Bu açıdan bilimsel nedensellik ile hukuki nedenselliğin birbirinden farklı olduğu söylenebilir.[8] Bu hususta yapılması gereken ilk şey, bilimsel çalışmaların dikkatle incelenmesi ve güvenilir bilgilerin tespit edilmesidir.[9]
Öte yandan haksız fiil hukukunda kabul edilen sorumluluk daha iyi bir risk yönetimine yol açabilir. Elbette ki en iyi risk yönetimi ilgili sektörün dikkat ve özeni ile sağlanabilir. Ancak, haksız fiil hukukunun önleyicilik işlevinin devreye girmesi de önemlidir. Bir diğer deyişle haksız fiil hukuku hem tazminat hem de önleyicilik gibi iki önemli risk yönetim işlevi sağlayabilir.[10]
*** *** ***
Bu açıdan Amerika’da görülen ve insan sağlığına risk teşkil eden kimyasal bir maddenin tartışıldığı Johnson v. Monsanto davası [11], uluslararası kamuoyunda büyük dikkat çekmiş önemli bir davadır. Bu dava 2018’de Alman ilaç şirketi Bayer’in satın aldığı Monsanto isimli şirketin ürettiği Roundup isimli zararlı otları yok eden ve içeriğinde glifosat olan ilacın, bir tür kanser olan “hodgkin dışı lenfoma” hastalığına yol açtığı iddiasıyla açılmıştır. Bir bahçıvan olan Dewayne Jonhson, işi gereği uzun süre kullandığı bu kimyasalın kendisinde gelişen kanser hastalığının sebebi olduğunu ileri sürmüştür. Dava, Amerikan hukukunda Roundup isimli kimyasal içerikli ürünün kansere sebebiyet verdiği iddiasıyla mahkemeye intikal eden ilk davadır.
Johnson, 2012-2015 yılları arasında işi gereği söz konusu kimyasal içerikli ilacı kullanmıştır. 2014 yılında ise cildi tahriş olmaya başlamış ve bu durumun ilaç kullanımı yüzünden olup olamayacağına ilişkin bilgi almak için Monsanto şirketi yetkililerine ulaşmaya çalışmıştır. Ancak bu girişimlerine bir cevap alamamış ve kimyasalı kullanmaya devam etmiştir. Artan şüpheleri üzerine Johnson, 2016 yılının başında Monsanto şirketine karşı bir kusursuz sorumluluk biçimi olan ürün sorumluluğuna dayalı bir dava açmış; iddia olarak da üründe bir tasarım hatası olduğunu ve bu konuda gerekli uyarının yapılmadığını ileri sürmüştür. Davada esas tartışılan hususlar, ürünün kansere yol açıp açmadığı ve eğer yol açıyorsa Monsanto şirketinin bunu bilip bilmediği hususlarıdır. Bu kapsamda birçok uzmanın Roundup isimli ilacının bileşeni olan glifosatın kansere yol açıp açmadığı hususunda görüşü alınmıştır. Uluslararası Kanser Ajansı’nda bağımsız olarak çalışan uzmanlar, glifosatın kansere yol açmasının muhtemel olduğunu ifade etmiştir. Buna karşılık glifosata maruz kalma ile kanser arasında bir bağlantı olmadığı yönünde ifade veren uzmanlar da olmuştur. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı’nda (EPA) çalışan bir uzman bu yönde bir beyanda bulunmuştur. Ancak dava sürecinde EPA’nın şirketler tarafından yürütülen çalışmalara dayalı olarak risk değerlendirmesi yaptığı; buna karşılık Uluslararası Kanser Ajansı’nın bilimsel metotlara dayalı şeffaf çalışmalar yaptığı ifade edilmiştir. Bu tartışma ve iddiaların dinlenmesi neticesinde Jüri, Monsanto’nun üründeki tasarım hatasından ve ürünün kanser yapıcı özelliğine ilişkin uyarıda bulunmamasından dolayı sorumlu olduğuna karar vermiştir. Bu karar neticesinde Monsanto, 39,2 milyon doları telafi edici ve 250 milyon doları cezalandırıcı tazminat olmak üzere toplam 289 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Bu kararda cezalandırıcı tazminata karar verilmesinin sebebi ise yargılama sürecinde gösterilen delillerden Monsanto şirketinin insan sağlığına yönelik umursamaz tavırlarının anlaşılmış olmasıdır. Daha sonra Monsanto, telafi edici tazminatın yüksek olması ve cezalandırıcı tazminata hükmedilmesinin hukuka uygun olmaması gerekçesiyle yeni bir yargılama talep etmiştir. Hakim bu talebi kabul etmemiş ancak cezalandırıcı tazminat miktarını 78,5 milyon dolara indirmiştir. Bunun üzerine Monsanto kararı temyiz etmiştir.
Kaliforniya Temyiz Mahkemesi ise yaptığı incelemede, Monsanto’nun glifosatın kansere yol açıp açmadığı hususundan yeteri kadar araştırma yapmadığına, riskin varlığını görmezden geldiğine ve insan sağlığını tehlikeye attığına ilişkin yeteri kadar delilin gösterildiği sonucuna varmıştır. Kararda, Monsanto’nun iç yazışmalarından riskin varlığına ilişkin çalışmalar hakkında bilgisi olduğunun ve buna rağmen bu konuyu savuşturmaya çalıştığının anlaşıldığı ifade edilmiştir. Ayrıca mahkeme, Monsanto çalışanlarının glifosatın kanserojen olmadığına ilişkin yapılan çalışmalara gizlice katılmasının ve düzenleyici otoriteleri etkisi altına almaya çalışmasının insan sağlığını umursamadığı şeklinde yorumlandığının; davacının bilgi taleplerine cevap verilmemesinin ise cezalandırıcı tazminat için bir gerekçe olduğunun altını çizmiştir. Bununla birlikte şirketin, Uluslararası Kanser Ajansı’nın glifosatın kansere sebebiyet verme ihtimaline ilişkin yaptığı çalışmasını engellemek için lobi faaliyetlerinde bulunduğuna ilişkin yeterli delilin sunulduğu da belirtilmiştir. Temyiz Mahkemesi, güvenilir ifadelere dayanarak kurulan nedensellik bağı ile ilgili de bir çekinceleri olmadığını ifade etmiştir. Bu açından mahkeme, Monsanto’nun glifosatın kansere yol açıp açmadığı hususunda yeterli çalışmayı yapmadığını, davacının kişisel endişelerine karşı ilgisiz kaldığını, insan sağlığına önem vermeyerek ürününü pazarlamaya devam ettiğini kabul etmiş ve ilk derece mahkemesinin kararını onaylamıştır. Ayrıca yeterli delille desteklendiği için cezalandırıcı tazminata karar verilmesinin de yerinde olduğunu ifade etmiştir. Ancak usul hukuku kuralları gereğince tazminat miktarlarını değiştirmiştir. Buna göre Johnson toplamda 20,5 milyon dolarlık tazminata hak kazanmıştır.
*** *** ***
Bu davada da olduğu gibi benzer risklerin varlığının tartışıldığı tüm davalarda öncelikle bir risk değerlendirmesi gerekecek ve ilgili riskin ortaya çıkan zarara neden olma ihtimali incelenecektir. Bu kapsamda yapılması gereken ise bilimsel nedenselliğin kurulmasıdır. Ancak bu halde değerlendirilmesi gereken başka bir sorun ortaya çıkmaktadır. Bilimsel nedenselliğin kurulması, ilgili alanda çalışan ve araştırma yapan uzman ve kuruluşların görüşleri doğrultusunda mümkün olabilir. Ancak bu görüş ve değerlendirmelerin her zaman birbirleriyle uyumlu olması söz konusu olmaz. Kaldı ki bu görüş ve değerlendirmeler politik ve iktisadi başka sebeplerden de etkilenebilir ve gerçeği yansıtmayabilir. Bu dava bu sorun açısından da incelenmesi gereken bir dava olarak ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği üzere bu davadaki kimyasal ilacın bileşen maddesi glifosat, insan sağlığına zararlı olması açısından en çok tartışılan maddelerden biridir. Özellikle maddenin kanserojen olup olmadığı çeşitli dönemlerde değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Hem ulusal hem uluslararası kurum ve kuruluşlar bu maddenin kanserojen olup olmadığı hususunda görüş açıklamıştır. Bu açıdan Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı, bu maddeyi insanlar için muhtemel kanserojen maddeler sınıfına almıştır. Öte taraftan Amerikan Çevre Koruma Ajansı (EPA) dikkatli kullanıldığında glifosatın güvenli olduğunu bildirirken; Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Avrupa Komisyonu ilgili maddenin kansere sebebiyet verdiğine ilişkin yeterli delilin olmadığını açıklamıştır.[12] Yabani otlarla mücadele için dünya çapında oldukça yaygın biçimde kullanılan pestisitlerden biri olan glifosat için farklı görüşlerin ileri sürülmesi, bu tip risklerin varlığının kabul edilmesinin de ne derece zorlu olduğunun bir göstergesidir.
Bununla birlikte bu derece yaygın kullanılan kimyasal içerikli bir ilacın insan sağlığı açısından ağır zararlar doğurmaya elverişli olduğunun tespiti ile kimyasalın kullanımının durdurulması, ekonomik açıdan büyük bir pazarın büyük zararlara uğraması anlamına gelir. Benzer riskleri barındıran tüm madde ve faaliyetler açısından da aynı endişeler ortaya çıkabilecektir. Bu bağlamda bu riskli maddeleri üreten, kullanan ve faaliyetlerinde yararlanan şirketlerin zarara katlanmak istememeleri, lobicilik faaliyetleri ile devreye girmelerini mümkün kılmaktadır. Kaldı ki Johnson v. Monsanto davasında da benzer durumların ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Dava dosyasına ve mahkeme kararına da yansıyan bilgiler ışığında Monsanto şirketinin glifosatın kanser yapıcı etkisini saklamaya çalıştığı görülmüştür. Öte yandan bu konu, politika üretenlerin de doğrudan müdahale alanıdır ve dolayısıyla ciddi düzeyde politik sorunlara yol açmaktadır. Yine kanserojen olan bu maddenin kullanımının durdurulması tartışmaları sürerken politikacıların politik ve aynı zamanda iktisadi kaygılar taşıdığı basına yansımıştır.[13]
Bu açıdan çoğu zaman hukuk, bilim ve politikanın karşı karşıya kalacağı söylenebilir. Ancak dava sonucunda çıkan karara bakıldığında hukukun insan sağlığına ve çevreye risk teşkil eden durumlar için bir çözüm olabileceği de görülmektedir. Riskin olasılığına, olası zararın ağırlığına, mevcut bilginin niteliği ve güvenilirliğine ilişkin yapılan değerlendirmeler neticesinde bazı hallerde bilimsel açıdan kesinliği sağlanamayan bilgilerin varlığı, haksız fiil davasında sorumluluğa yol açabilecektir. Zira söz konusu davada bilimsel nedenselliğin kesin olarak kurulamaması ya da ortaya çıkan politik kaygılar, hukuki nedenselliğin kurulmasını engelleyememiştir. Bu dava sonucunda Bayer, tarım şirketi Monsanto’yu satın aldıktan sonra Roundup isimli kimyasalın kansere sebep olduğu iddiasıyla açılan davaların büyük çoğunluğunda davacılarla anlaşarak milyarlarca dolar tazminat ödemeyi kabul etmek zorunda kalmıştır. Böyle bir sonuç, benzer tip riskleri yaratan ürünleri piyasaya süren ve faaliyetleri yürüten şirketleri daha dikkatli araştırma yapmaya teşvik edebilecek ya da şirketlerin yapılan çalışmaları görmezden gelmelerini engelleyebilecektir. Kaldı ki bu davadan da anlaşıldığı üzere, insan sağlığına risk teşkil eden ürünleri piyasaya süren ve insan sağlığına risk teşkil eden faaliyetleri yürüten şirketlerin insan sağlığını umursamaz tavırları olabilmektedir. Hatta büyük şirketler sorumluluktan kurtulmak için bilimsel çalışmalara müdahale edebilmekte ve ürünlerinin veya faaliyetlerinin güvenli olduğunun kabul edilmesi için çeşitli girişimlerde bulunabilmektedir. Bu nedenle son zamanlarda sıkça tartışılan insan sağlığı ve çevreye zararlı faaliyet yürüten çok uluslu şirketlere, bu faaliyetlerinden doğan zararlardan dolayı daha ağır sorumluluk uygulanmasına yönelik fikirler, bu dava incelendiğinde daha da anlaşılır olmaktadır.
KAYNAKÇA
[1] Hansson, S. O., (2018), "Risk", The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (edt.) Edward N. Zalta, https://plato.stanford.edu/archives/fall2018/entries/risk/>.
[2] Eggen, J.M., (2015), Toxic Torts, MN, West Academic Publishing s.11; Foster K.R. vd., (1999), Phantom Risk, Massachusetts, The MIT Press s. 27.
[3] Covello V.T. ve Mumpower, J.L., (1985), “Risk Analysis and Risk Management: An Historical Perspective”, Risk Analysis International Journal, C. 5, S. 2. s. 48-51; Foster vd., s. 33.
[4] Covello ve Mumpower, s. 48-51; Foster vd., s. 33.
[5] Covello ve Mumpower, s. 48-51; Foster vd., s. 33.
[6] Eggen, s. 8.
[7] Eggen, s. 8.
[8] Foster, s. 33.
[9] Slovic P., ve Weber, E.U., (2002), “Perception of Risk Posed by Extreme Events”, Risk Management Strategies in an Uncertain World Conference, New York s. 4.
[10] Covello ve Mumpower, s. 48.
[11] 52. Cal. App. 5th 434 (Cal. Ct. App. 2020); https://casetext.com/case/johnson-v-monsanto-co-4
[12] https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC5515989/; https://www.bfr.bund.de/en/the_bfr_has_finalised_its_draft_report_for_the_re_evaluation_of_glyphosate-188632.html; https://www.epa.gov/pesticides/epa-releases-draft-risk-assessments-glyphosate
[13] https://www.dw.com/tr/dsö-glifosat-kanserojen-değil/a-19261842