Hakları Tarihselleştirmek: İnsan Hakları Tarihyazımında Yeni Arayışlar
-
27 Ocak 2023
“Bizim ardımızda bir süreklilik yok. Yasanın ve iktidarın, tüm gücü ve şanıyla cakasını sattığı güçlü ve şanlı bir nesep de yok. Gölgelerden çıkıyoruz, haklarımız yoktu, şanımız da olmadı; bu nedenle şimdi söz alıyor, tarihimizi anlatmaya başlıyoruz.”[1]
Giriş: İnsan Hakları ve Şimdiki Zaman
Michel Foucault, Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” (1984) metninde başlığa taşınan sorunun, bir güncellik ya da şimdiki zaman sorusu olduğunu ileri sürer. Kant, nihayetinde, içinde olduğu ve içinden konuştuğu şimdiki zamanın nasıl teşhis edilebileceğini sorgularken, kendi şimdisini dünden ayıran unsurların nasıl seçildiğini eleştirel biçimde analiz etmeye çabalamıştır. “Aydınlanma” olarak adlandırılmış ve geçmiş ile gelecek arasında spesifik olarak konumlandırılmış bir çağda, mevcut zamanda olan biteni, tüm bir deneyimler alanını açıklamaya soyunan kavram ve pratiklerin tahlilini yapmış, kendi güncelliğini masaya yatırmıştır.[2] Şimdinin tekilliği ve farklılığı nerede aranabilir? Ya da hangi kurum, mekanizma ya da pratikler üzerinden, şimdiki zaman açıklanabilir? Güncelliğimizin ne olduğuna dair bu soru, siyasi-hukuki düzlemde bugünden yükseltilirse, yanıtlama çabaları, mevcut insan hakları söylem ve pratiğine de temas edebilir. İçinde bulunduğumuz çağ, sıklıkla, bir “haklar çağı” olarak adlandırılır.[3] Bugünü dünden başka yapan ve ondan ayıran unsurların başında, insan haklarına atfettiğimiz değer gelir. Haklar çağı adlandırması, günümüze dair birtakım genel tespitlere dayanır. İnsan hakları söylem ve pratiği Batı’da, 1970’lerin sonlarından bu yana belirli bir yükseliştedir. Haklar, ulus-devleti sınırlandıran ahlaki ilkeler bütünü olarak değerlendirilmekle birlikte, aynı zamanda, tarihsel süreç içerisinde birer hukuki standarda dönüştürülürler. Yalnızca ulus-devletler nezdinde de değil, 1990’lardan bu yana, uluslararası insancıl hareketler ve çeşitli toplumsal mücadeleler için de birer meşruiyet kaynağı olarak benimsenirler. Siyasi eylemin başlıca ölçütü olarak kabul edildiklerinden de, adalete ilişkin talepler bugün büyük ölçüde insan hakları terminolojisinden, hukukun kurumsal yapısı içerisinde dile gelir. Dolayısıyla insan haklarının, günün siyasi ikliminde, asli bir Normativite olduğu söylenebilir.
İnsan haklarının yerel/küresel toplumsal hareketler nezdindeki ya da bireysel adalet arayışlarımızdaki otoritesine belki biraz daha yakından bakmak gerekir. Önemli bir husus; haklar çağında, insan haklarının tahakküm karşısında başvurulabilecek yegâne hukuki araçlar olarak sayılmasının, hukuku da siyaset karşısında farklı bir yere konumlandırmış olmasıdır. Günümüze dair yinelenen tespitlerden biri, hukukun, insan hakları aracılığıyla siyasi yaşamı yuttuğuna dairdir.[4] Zira hak mücadelelerinde hukuk, araçsallığını yitirerek mücadelelerin nihai amacı haline gelebilmekte, siyasi pratikler, enerjilerini insan haklarına hasrettikleri ölçüde kolektif bir gelecek tasavvurundan kopabilmektedir. Yine, en azından Batı’da, insan hakları herhangi bir eylemliliğin “yasal zemini” gibi işleyebilmektedir. Böylelikle de devletlere, belirli bir siyasi mücadele ya da talebin meşruluğuna karar verme yetkisi tanınabilir. Kısacası, insan hakları aracılığıyla eylemlilik hukuk içerisinde yeniden biçimlenir. Zira liberal insan hakları söylemi, hakları adaletle özdeş, neredeyse evrensel bir hakikat gibi sunar. Bizden beklediği de, adaletin yalnızca haklarla ulaşılabilir ve hukukla ölçülebilir olduğunu düşünmektir.
Çağımıza adına veren dönüşümlerin bir diğeri de, zamanla insan haklarının kitlelere verdiği ilhamın görece azalması, bir ölçüde, büyüsünün bozulmaya başlamasıdır. İnsan hakları söyleminin vaatleri ile pratik arasında, hepimizin iyi bildiği yarıklar yer alır. Siyasetçilerin suiistimallerini yakından tanırız; hakların Batılı olmayan coğrafyada nasıl işletildiğini görür, insan hakları dilinin militarizmle dahi ilişkilendiğini duyarız. Fakat insan haklarına olan güvensizliğin tek nedeni, “yanlış” uygulanıyor ya da “uygulanmıyor” olmaları da değildir. Sorun, daha ziyade insan haklarına içkindir. İnsan haklarının temel bileşenleri[5], ilerlemeci tarih anlayışı, ahlakçılık, evrensellik, sekülerlik ve nihayetinde modern özne tasarımı, paradoksal konumlarıyla bugün daha çok dile gelir. Özellikle 1990’lardan bu yana Batı’da, aşırı bir ifadeyle, “insan haklarının yükselişi ve çöküşüne”[6] tanıklık eden bir çağda, hakların temel tartışma odaklarından biri olması hiç şaşırtıcı değildir. Çeşitli aktivist, hukukçu ve kuramcıların öncülüğünde atılım yapmış ve günümüzde disiplinler-arası bir alan olarak karşımıza çıkan eleştirel insan hakları çalışmaları da, böyle bir konjonktürde, 2000’lerden bu yana hızlı bir gelişim göstermiştir. Çeşitli kaygılardan hareket eden ve çeşitli yöntemler kullanan bu çeşitli eleştiriler, ortak bir düzlemde, insan hakları siyasetinin imkân ve sınırlarına dair yapıcı bir siyasal diyalog çağrısı yapmakta, insan haklarını yeniden yapılandırmanın, siyaseten başka şekillerde sahiplenebilmenin yollarını aramaktadırlar.[7]
Elbette, eleştiri salt “hayır” demek değildir, kaldı ki mevcut insan hakları rejimine eleştiri yöneltmek, insan haklarının sağladığı olanaklardan feragat etmek pahasına da yapılamaz. Literatürde “eleştirel kabul”[8] olarak adlandırılan düşünsel bir damar, öncelikle, halihazırda sürdürülen hak mücadelelerini küçümser görünmekten özellikle kaçınır. İnsan hakları, tek bir kişinin uğradığı şiddeti azalttığı ölçüde, tartışmasız değerlidir. Öte yandan hak mücadelesi verenlerin ya da insan hakları aktivistlerinin, hakların “karanlık yüzüyle”[9] tanışmak için eleştirel kuramcının sözüne de ihtiyaçları olmaz. Başvurdukları dilin ve pratiğin sınırlarını, içerdiği paradoksları zaten ilk elden deneyimlemektedirler. Ama ellerinde mevcut olan standartların pratikteki olası etkilerini ölçüp biçerek, kendilerine birtakım manevra alanları açmaya çalışırlar. Eleştirel literatür de, böyle bir siyasi çabaya katkı olarak düşünülebilir. İnsan haklarına yaptığımız referansların öngörülemez sonuçları üzerine düşünmek, hakların ya da hakları ileri sürmemize izin veren kimliklerin ürettikleri iktidar etkilerini sorgulamak, kaygan zeminlere işaret etmek, manevra alanlarını tespit etmek, haklarını talep edenlere, dilerlerse, kullanabilecekleri birtakım tartışma noktaları, kavramsal araçlar vermek.
Bu yazıda üzerinde durmak istediğim, çizilen bu kavramsal çerçeve ve eleştirel çabalar içerisinde, insan hakları tarih anlatılarının oynadıkları roldür. Haklara dair tarihsel soruların, özellikle de son on yılda ortaya çıkmış insan hakları tarihyazımının (human rights historiography), hem haklara dair güncel tartışmalara hem de hak siyasetine yaptığı katkılara işaret etmektir. İnsan hakları tarihyazımı, İngilizce literatürde son on yılda atılım göstermiş, spesifik ve yeni kabul edilen bir çalışma alanıdır. Sunduğu tarihsel analizlerle, her şeyden önce, insan hakları pratiğinin imkân ve açmazları konusunda düşünenlere, farklı konjonktürlerden veri sunması açısından elzemdir. Tarihi, eleştirel literatürün merkezine taşıyan diğer husus, insan haklarını bugün evrensel bir hakikat olarak sunan, ilerlemeci bir şemaya hapseden, böylelikle de haklar bakımından “düşünülebilir olanı” hizaya sokan, ortodoks insan hakları tarih anlatısıyla yaptığı hesaplaşmadır. İnsan hakları bugün yeniden düşünülecek ve mevcut paradokslarıyla yeniden yapılandırılacaksa, tarih sorunu bir ilk sorun olarak belirebilir, zira her şeyden önce, hakların zamansızlığı ve her yerdeliğini vurgulayarak bugün bizlere ne ifade ettiklerini, güncelliklerini muğlaklaştıran düşünsel perdeleri aralamak gerekir. İnsan haklarının bir şimdiki zaman sorusu olarak sorgulanması, tarihin belirli bir ereği olduğu ve bizi zorunlu olarak bugüne, haklar çağına taşıdığı fikrinden değil, şimdinin kendine özgü koşulları olduğu kabulünden hareket edebilir.
Tarihsel Eleştiri ve Yeni İnsan Hakları Tarihyazımı
Çok genel olarak, çağdaş eleştiriler, uluslararası insan hakları hukuku kitaplarının genellikle başlangıç bölümlerinde tekrarlanarak yer bulan, resmi insan hakları tarihlerine bir itiraz yükseltir.[10] Zira kitaplarda işgal ettiği yerle kıyaslandığında, bu tarihin siyasi işlevleri çok daha büyüktür. İddialara göre, bu tarih, oldukça yakın tarihli bir inşa olup mevcut düzenin muzaffer olduğunu anlatmaya yarar. Bugünden geriye dönerek insan haklarına belirli bir tarih biçilirken, tarihsel analiz, insan haklarının kaçınılmaz yükselişini gerekçelendiren bir olgu olarak kullanılır. Tarih belirli bir ereği izlediği ve hep daima daha iyiye gittiğine göre, bugünün geçmişten zorunlu olarak üstün olduğunun varsayılması, elbette mevcut sisteme tartışmasız bir üstünlük kazandırır. Bu çerçevede de, anlatılar çeşitlenmekle birlikte, insan haklarının “kökenleri” seçilmiş bir takım uzak geçmişlere kadar götürülebilir. Antik Yunan, Orta Çağ Batı Hıristiyan düşüncesi, modern sözleşme kuramcıları ya da on dokuzuncu yüzyıl devrimleri gibi seçilmiş uğraklardan geçerek, insan hakları doğrusal bir çizgide, nihayetinde kurumsallaşacakları Birleşmiş Milletler düzenine ulaşır. Ya da Mezopotamya, Roma veya Asya’yı aynı yörüngeye taşıyarak insan haklarına soy atfeden anlatılar, hakların kültürel farklılıkların ötesinde, siyaset-üstü olduklarının kanıtlarını sunarlar. Nihayetinde de karşımıza, 1948’e varan bir evrim, kümülatif bir tarihsel süreç çıkar. İnsanlık, Avrupa’da savaş sonrasında yaşanan katliamlardan bir ders çıkarır ve hakları deklare ederek, nihayetinde bizleri zafere, uygarlığa taşır. Eleştirel yaklaşımlar ve yeni insan hakları tarihyazımı, burada çok kabaca betimlediğim anlatının bir ölçüde yapısökümünü sunarlar. Hakları neredeyse tarih-dışı, doğal bir zorunlulukmuş gibi tanıtan, liberal insan hakları söyleminin ihtiyaç duyduğu evrensellik, her yerdelik gibi mitleri oluşturan anlatının ideolojik yüklerini görünür hale getirirler. Haklara ilişkin bu anıtsal tarihi kimlerin yazdığını, kimlerin ise seslerinin bastırıldığını sorarlar. İnsanlık soyutlamasının, bugüne kadar hangi siyasi mücadeleleri ve failleri görünmez kıldığı, farklı konjonktürlerde hayat bulmuş farklı tarihsel mücadelelerin tüm özgüllüklerini yitirerek, nasıl, nedensellik zincirinin birer halkalarına dönüştürüldüğü, bir uyum ya da birlik idealine hapsedildiklerini yazarlar. Zira ortodoks tarih, ortak bir insan tabiatına yaptığı vurguyla, çeşitliliği değil ama bir insan birliğini, bir uygarlık tarihini anlatmayı amaçlar. Uygarlıkta izlenen aşamalar, belirli siyasi aktörlerin, Batılı güçlerin çabalarına yorulurken, haklarını konuşan ve talep eden sıradan insan, bu anlatıda nadiren kendisine yer bulur. Kısacası uyum ve birlik, tarihsel ihtilafların yerini alır. Ve tarihin olumsallığını ve tarihteki güçlerin rastlantısallığını bütünüyle ıskalayan bu tarih-dışı anlatının, Batı’nın kültürel üstünlüğünün ve hakimiyetinin doğrusal bir tarihi olduğu da unutulmamalıdır. Hukukçu Makau Mukua’nın barbar-kurban-kurtarıcı metaforuna[11] başvurursak, resmi tarih, bir yönüyle “barbar” kültürlerin şiddetine maruz kalan “kurbanların” beyaz “kurtarıcılarını” hikâye eder. İlerlemeci tarihin sessizliğe boğduğu tarihsel süreçlerde ise, insan hakları serüveni “kolonyal karşılaşmalarla”[12] belirlenir.
Eleştirel-tarihsel analizler, basitçe, insan haklarının ne olduğu, kökenlerini nerede bulduğu gibi sorular üzerinden hakları mitleştirmek yerine, hakların şimdiki zamanda, siyasi imgelememizdeki merkezi konumuna nasıl bir tarihsel-kültürel konjonktürde yerleştirdiğini sorarlar. Bizler, insan haklarını nasıl ve ne noktada asli bir Normativite olarak düşünmeye başladık; “nasıl” sorusu, insan haklarının “ne” olduğu sorusunun yerini alır. Dolayısıyla da tarihsel analizler, uluslararası insan hakları hukukunun güçlendiği, hakların ulus egemenliğine karşı sürülebilen bireysel talepler olarak benimsendiği, aynı zamanda sokakta, kitleleri mobilize eden bir ideal olarak şekillendiği 1970’li yıllardaki çeşitli serüvenlerine odaklanırlar. Siyasi bir pratiğe tarih üzerinden bir hakikat değeri atfetmekten kaçınarak, insan haklarının şimdisini ve geleceğini konuşan literatür, bu çerçevede tarih disiplininden oldukça yararlanır.
Fakat, ortodoks tarih anlatısının dışında, insan haklarını tarihselleştiren çalışmalar, oldukça yakın bir zamanda karşımıza çıkar.[13] İnsan hakları tarihyazımı yeni bir çalışma alanıdır. Örneğin, 2002 yılında insan hakları hukukçusu Upendra Baxi, henüz bir insan hakları tarihyazımının mevcut olmadığını belirtirken, 2007’de Neil Stammers, insan hakları antropolojisi, insan hakları sosyolojisi gibi yeni gelişen alanların yanında, tarih disiplininin insan hakları alanındaki görece yokluğuna dikkat çeker.[14] Hakların dilini sahiplenen ve onları araçsallaştıran yerel/küresel çeşitli kimlik temelli mücadelelerine ilişkin tarihsel analizler bir yana, 1990’larda yazılan insan hakları tarihleri, büyük ölçüde meslekten tarihçi olmayan yazarlarca kaleme alınmıştır. Tarihçiler ile insan hakları arasındaki karşılaşmaların ilklerinden biri olarak literatür, 1994 yılında Uluslararası Af Örgütü’nün düzenlediği sempozyum dizisine atıfta bulunur.[15] 1997’de Amerikan Tarih Derneği, yıllık toplantısını insan hakları teması etrafında oluşturur. Dernek, hakların tarih disiplinine getirdiği yöntemsel açmazların yanı sıra, tarih anlatılarının hak ihlallerindeki kullanımları gibi sorunları gündeme taşır. İnsan hakları tarihyazımının, doksanların sonlarında İngilizce konuşan dünyada filizlenmeye başladığı süreci aktaran yazarlar, genellikle belirli bir ilk çekinceye dikkati çeker: Tarihsel analizin merkezine yerleştirilmek istenen insan hakları, söylem itibariyle, nihayetinde bir tarihi olduğunu reddetmekte, her zaman ve her yerdeliğini konuşmak istemektedir. Az sayıda evrimci perspektiften yazılan tarih çalışmaları bulunmakla birlikte (örneğin, Paul Gordon Lauren’in The Evolution of International Human Rights: Visions Seen[16], 1998), dönemin tarihçileri büyük ölçüde tikelci bir perspektifle çalışmakta, insan haklarının evrensellik maskesi altında saklanan Batı-merkezcilikle aralarına mesafe koymayı tercih etmektedir.[17] Tıpkı geçmişte antropoloji disiplininin insan haklarıyla karşılaşmasında olduğu gibi.[18] Feminist teori ve siyaset pratiklerinin, post-kolonyal teorinin güncel müdahaleleriyle, evrenselcilik etrafında dönen tartışmalarla tarihçiler, adım adım, 2000’lerin başlarında insan haklarını çalışma odaklarına taşırlar. Cmiel’in ifadesiyle, “tikel” olana saygıları ile “küresel” olana merakları arasında, oldukça kaygan bir hatta gidip gelerek…[19]
2000’lerin hemen başında ise İngilizce literatürde, insan haklarını tarihselleştiren yayınlarda hızlı bir artış gözlemlenir. Lynn Hunt’un 2007 tarihli İnsan Haklarını İcat Etmek[20] kitabı, döneminde oldukça ses getirir. On sekizinci yüzyıl Fransa’sında, hukuki bir cezalandırma aracı olarak işkencenin kabul edilemez olarak düşünülmeye başladığı koşullarda Hunt, insan haklarını şimdideki mahiyetiyle, bedensel acı ve işkenceye karşı beliren empatide arar. İnsan hakları tarihini, günümüzde en çekişmeli alanlardan biri haline getiren süreçte, önemli bir uğrak, Samuel Moyn’un 2010 tarihli Son Ütopya[21] adlı metninin yayınlanması olur. Kitap büyük bir tartışma yaratmış, insan hakları tarihyazımını oldukça cezbedici bir sorunsal haline getirmiştir. Kitabın ardından tarihsel analizler, McCrudden’ın ifadesiyle, “katlanarak artar.”[22] Moyn’un önemli iddialarından biri, insan haklarının yeni bir siyasi fenomen olduğu, kökenlerinin antik dünyada, devrim düşüncesinde ya da ikinci dünya savaşı sonrasında bulunamayacağı, bugün anladığımız anlamda hakların ve pratiğinin, Batı’da yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren şekillendiği yönündedir. Ortodoks insan hakları tarihlerine ciddi suçlamalar getiren, insan haklarının olumsal kökenlerine, yüzünü yakın geçmişe dönen bu analiz, ilerleyen süreçte birçok tarihsel analizi, insan haklarını bu dönem içerisinde tarihselleştirmeye ve anlamaya götürür. İnsan hakları serüveni, Soğuk Savaş sonrası dönemde, farklı coğrafyalarda, devlet dışı kuruluşların faaliyetleri ya da uluslararası hukuki kurumlar içerisinde, çeşitli tarihsel epizodlar, çeşitli tarihler olarak yazılmaya başlanır.
Tarihyazımı için Bir Yol Haritası Taslağı:
Karşımızda olan, tekil bir tarih değil, çok merkezli, bir mikro-tarihsel analiz çokluğudur. Tarihsel verilerin nasıl ele alındığı ve yorumlandığı, elbette izlenen metodojiye göre değişim gösterir. Tarihyazımı da homojen değildir. Fakat yine de, literatürü biraz daha yakından tanımak adına, tarihyazımında öne çıkan eğilimlere dair çok basit bir yol haritası oluşturulabilir[23]:
(1) Yeni insan hakları tarihyazımı, belirli bir ereğe sahip ve insanın özgürleşmesine ilerleyen tekil bir süreç olarak tarih fikrinden büyük ölçüde sapar. Hakların tarihselleştirilebilmesi için, kuşkusuz, kemikleşmiş metafizik meta-anlatının öncelikle yoldan temizlenmesi gerekir.[24] Tarihyazımında, günümüzdeki mahiyetiyle insan hakları kavramının köklerinin geçmişte olduğunu savunan (“süreklilik tezi”[25]) okumalar dahi, ortodoks anlatıdan farklı olarak, kökenleri, nedensel açıklamalarla karıştırmaktan kaçınırlar. Çeşitli süreklilik ve kesintilerle kuşatılmış insan haklarının tarihini belirli bir dönemselleştirme üzerinden açıklama girişimlerinde de Pendas’a göre üç eğilim ön plana çıkar: İnsan haklarının tarihini on sekizinci yüzyıl, 1940lar ve 1970lerin tarihsel-siyasal süreçleri üzerinden yazan analizler.[26] Dördüncü ve daha güncel bir eğilimde, Soğuk Savaş Sonrası dönem de tarihsel analizlerin odağına taşınır.[27]
(2) Tarihyazımı, Moyn’un etkisiyle, ağırlıklı olarak yetmişli yılları, insan haklarının “atılım süreci” (breakthrough period) olarak adlandırılan dönemi temel alır.[28] Moyn, bugün anladığımız anlamda insan haklarından yetmişli yılların öncesinde konuşamadığımızı ileri sürerken, insan hakları retoriği etrafında dönen hareketliliğe işaret eder. Söz konusu süreçte, fikirler, siyasi projeler ve kimlikler arasında derinleşen farklılıklar, kendisini bu sürecin bütünleyici bir hakikati olarak ortaya koyan insan hakları altında, “güneşin etrafında dönüp duran gezegenler gibi”[29] bir araya gelirler. 1961’de kurulmakla birlikte yetmişlerde belirli bir tanınırlığa ve güce kavuşan Uluslararası Af Örgütü’nün seferberliğinden Plaza de Mayo Annelerine kadar, insan hakları retoriğiyle, ulusal sınırları aşan çeşitli dayanışma ağları örülür. İlerleyen süreçte, Güney Amerika’da insan hakları aktivizminin askeri diktatörlüklere karşı kitleleri mobilize eden siyasi bir araç olarak kullanılması, yine Avrupa’nın doğusunda ya da Güney Afrika’da insan haklarına yapılan başvurular, totalitarizm karşısında “iyi” ve “adil” olanı yapmakla özdeşleşen hakları, minimum ahlaki standartlar olarak daha geniş kitlelere tanıtır.[30] Haklar, bugün birçoğumuzu heyecanlandıran tınısına, yetmişli yılların çetin koşullarında kavuşmaya başlar. Ya da “haklar çağına”, esasen bu yıllarda adım atılır. Moyn’un ünlü yorumuna göre, insan hakları, yetmişli yıllarda irtifa kaybeden devrim düşlerini ikame etmiş, “sol siyasetin” geride bıraktığı boşluğa yerleşmiştir. Daha iyi bir gelecek vaat eden büyük projeler karşısında galip gelmiş, muhafazakâr hükümet politikaları ya da Soğuk Savaş retoriğinin ötesinde, basitliği ve retorik gücüyle “mümkün olanı” talep etmiş, kitlelere istifade edebilecekleri bir normatif çerçeve sunmuştur.[31] Birçok siyaset kuramcısının “ahlakın dönüşü” olarak adlandırdıkları tarihsel paradigma[32], esasen kolektif bir iyi yerine evrensel bir Kötüye işaret eden (bkz. Holokost ya da Gulag) ve kötülük görmeme stratejisiyle yetinen insan hakları retoriğiyle şekillenmiştir. İnsan haklarını şimdiki zamanla birlikte düşünmeye başladığımız bu tarihsel süreci, doksanlarda, Soğuk Savaş sonrasında uluslararası insan hakları hukuku mekanizmalarına ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine odaklanan tarihsel analizler izler. 1945 sonrasına ve özellikle de yakın geçmişe odaklanan söz konusu çalışmalar, literatürde “eleştirel 20. yüzyıl eğilimi”[33] olarak da adlandırılır. Bu eğilim, basitçe ifade edilirse, yerel ve küresel ölçekteki siyasi taleplerin söylemsel çerçevesini kuran insan haklarının, olumsal ve siyasi statüsüne yönelir. Fakat bu tavır, tarihin belirli bir anında radikal bir kesinti olduğunu iddia etmez. İnsan haklarının tarihi süreklilikler ve kesintilerle şekillenir. Her ne kadar haklar, yirminci yüzyılın son çeyreğinde farklı bir siyasi konjonktürde karşımıza çıksa da, haklara kavramsal bütünlüğünü kazandıran, her daim norm olarak işlemiş, modern İnsan öznedir.
(3) Fakat tıpkı İnsan normu gibi, insan haklarının tarihi de halen etnosentrik bir çerçevede şekillenmeye devam eder. İnsan haklarının İnsanı gibi, tarih de belirli bir kültürel kimlik taşır. Güncel tarihsel analizlerde öne çıkan siyasi hassasiyetlerden biri, insan haklarını ve hakları kuran tarihsel-siyasi süreçleri, Batı-merkezci bir perspektiften düşünmekten vazgeçmektir. Moyn, her ne kadar Aydınlanmacı geleneğin teleolojik tarih anlatısı yerine bizleri tarihteki kesintileri, yarıkları, rastlantı ve ihtilafları tanımaya davet etse de, nihayetinde bir Batı-merkezciliği diğeriyle değiştirmiş olabilir. Zira insan haklarını icat eden tarihin olumsallığı, büyük ölçüde ABD-Avrupa yörüngesinde düşünülmeye devam eder. Küresel Güney, hak siyasetini şekillendiren mücadele pratikleri görünmez kılındığı ölçüde, genel olarak hukukun tarihinden de bir kez daha silinir. Mevcut tehlikenin karşısında, yeni tarihyazımının açtığı çeşitli güzergahlar, Batı’nın evrensellik atfettiği kavram, kurum ve pratiklerin farklı zaman ve mekânlarda nasıl alımlandığını, evrenselin yerel kültür ve anlayışla nasıl yeniden yazıldığını anlamaya izin verirler.[34]
(4) Yeni tarihyazımında diğer bir öne çıkan eğilim, ortodoks anlatının metafizik güçleri ya da güçlü devletleri yerine, hakların, sıradan insanların söz ve eylemiyle, mücadeleleriyle şekillendiği tarihine odaklanmak olur. İnsan haklarının icat edildiği, sınandığı ve hukuka yöneltildiği ihtilaflı süreçlerde, tarih, tabandan yukarı, haklar konuşan ve talep eden eylemlilik zemininden başlar. Fakat bakışın siyasi-tarihsel süreçlere kayması, tarihyazımını büyük ölçüde belirleyen bir hassasiyet de yaratır. Cmiel’e göre güncel tarih çalışmaları, insan hakları siyasetinin paradoksal olduğunu teslim eder.[35] Tarihçiler, bu doğrultuda aslında günümüzde insan haklarına dair tartışmaların merkezinde olan kadim özne sorununa temas ederler. Zira tarihsel analizler, insan haklarının İnsanının “tarihte bomboş kimliğiyle koşturan bir özne”[36] olmadığını, siyasi ihtilaflar neticesinde belirlenmiş hegemonik bir figüre işaret ettiğine çoğunlukla tanıklık eder. Elbette, bu olguyu, insan haklarını mücadelelerinin aracı haline getirmiş kimlik ve fark temelli siyaset, özellikle doksanlardan bu yana defalarca göstermiştir. İnsandan ve haklarından konuşmak isterken kendilerini İnsanlık ailesinin dışında bulan çeşitli kitleler, hakları sahiplenerek, aslında öznenin patriarka, heteroseksüellik, sermaye, beyazlık minvalinde kendine özgü içeriklere sahip olduğunu görürler.[37] Yani, muteber İnsanın toplumsal ötekileri, “ben de insanım” ya da “ben de yurttaşım” diyerek evrenselin dilinden konuşmak istediklerinde, hakların paradoksu su yüzüne çıkar. Dolayısıyla da bu sefer farklılıklarını teslim ederek ve farka sarılarak, yeni hak talepleri geliştirirler, “kadının insan hakları” ya da “eşcinsel hakları insan haklarıdır” gibi stratejik kavramlar icat ederler. Elbette bunun da bir bedeli olur; kimlik, hukukun kurumsal oyununa katılımlarını sağlarken, diğer yandan tekillikleri kuşatır. Hakları kimlik üzerinden konuşmak, çeşitli özgürlük alanları açarken, diğer yandan kimlik kendi ötekilerini yaratabilir. Zira haklar her ne kadar siyaseten kurulmuş olsa da, nihayetinde hukuka yöneltilirler. Siyasi talepleri zorunlu olarak çerçevelemesi, etiketlemesi, talepte bulunanları adlandırarak tasnif etmesi gereken hukukun normatif çerçevesine düşerler. Dolayısıyla da insan hakları, etkileri itibariyle özgürleştirici ve düzenleyicidir, hak talepleri, siyasetin kırılgan zemininde çeşitli etkiler yaratabilirler. Ama yine de bu yüzden, siyasi iktidarın ayrımlarını bozmak ve yeniden yapılandırmak için bir mücadele hattı açarlar. Tarihçi Joan Wallach Scott, tam da böyle bir çerçevede, paradoksallığın, insan haklarını yerinden etmediğini, aksine paradoksun üretici bir siyasi güç olarak da okunabileceğinin altını çizer.[38] Paradoksu teslim eden ve üreticiliğini kabul eden tarihsel analizler, bu bağlamda, İnsanın karşısında farklı tarihsel özne ve kimlikleri çıkartarak özneyi eleştirel biçimde analiz etmeye katkı sunarlar. Zira bu ifşalar, hakların yeniden yapılandırılması ve dönüştürülmesi için siyasete araç olurlar. Farkı konuşarak haklarını dile getirenler, mevcut normatif çerçeveleri aşındırmaya ve hukuku dönüştürmeye devam eder; haysiyetten dışlananlar, kendilerine dayatılan utancın yerine onuru koyarak mücadele verirler. Uluslararası insan hakları hukukuna yepyeni açılımlar getirirler.
Sonuç olarak, yeni tarihyazımı, ortodoks tarih anlatısından farklı olarak, heterojen yapıdaki deneyim çeşitliliğini ve bu deneyimlerin tekilliğini vurgular. Öte yandan, insan haklarını çevreleyen mitleri dağıtırlar. İnsan hakları, söz ve eylemle şekillenirken, evrenselleştirici dil ile yerel stratejiler birbirlerine bulaşır; önümüzde, farklı dünya görüşlerinin birbirleriyle karşılaştığı ve çatıştığı bir siyaset uzamı açılır. Tarihyazımı, insan haklarının evrenselliklerinin yerel ve minör tarihlerini ortaya koyarken, haklardan söz ederken, uyum ve birlikten değil ama ihtilaftan konuştuğumuzu hatırlatırlar. Ama öncelikle de, hak siyasetini bugünden konuşmanın zorunlu koşulu olarak, insan haklarının kemikleşmiş köken anlatısını istikrarsızlaştırırlar. Hakların, insanlık tarihinin en derinlerine saldığı kökler kesildiğinde, bugünden ne olabilecekleri ya da ne olmayabilecekleri, siyaseten tartışmaya açılabilir.[39]
Sonuç: Hak Taleplerinin Tarihselliği
Hakları ereksel bir hareketin, mantıksal bir zorunluluğun ya da “doğal” bir ardışıklığın içinde eriten geleneksel tarihin aksine tarihyazımı, insan hakları kavramının, mücadelelerin rastlantısallığına tabii olduğunun altını çizer. Bir ölçüde, eleştirel tarihyazımı, kavramın tarihini aktarmak (to narrate) yerine, kavramın içeriğini oluşturan siyasi ihtilafların tarihini analiz eder. Tarihin siyasi çekişmeler, müzakereler, değişimler, kesintiler, süreksizlikler ve olumsallıklarla şekillendiğini öne süren bir yaklaşımda, elbette ne “ilerici” anlatılara ne de teleolojiye yer kalır. Fakat kavramların, kurumların ya da pratiklerin sabit, değişmez, evrensel içerikleri olmadığı ve tarihsel olarak şekillendiğinin öne sürülmesi, yine aynı kavram, kurum ya da pratiklerin değiştirilebileceğinin de imkân dahilinde olduğunu beyan eder. Bu imkânların nasıl değerlendirileceği, bir siyaset sorunu olarak da elbette teoriye ya da tarihsel analize değil, o teoriye başvuran ya da başvurmak isteyenlere aittir.[40]
Tarihsel-siyasi perspektiflerin ve yeni tarihyazımının, biz hukukçulara hatırlatmak istediği birtakım şeyler de olabilir. Çalışma alanı neticesinde, hukuk standartları olarak ulusal ya da uluslararası hukuk sistemleri içerisinde güvence altına alınmış insan haklarının mahiyetine ve uygulamasına odaklanılması, zaman zaman, hakların siyasi-tarihsel çerçevede kurulmuş olduklarını unutturabilir. İnsan haklarını ya felsefi tartışmalara ya da hukuk tekniği sorularına indirgeyerek, haklara dair “yukarıdan aşağı” bir yaklaşım geliştirebilir. Elbette, resmi insan hakları tarihi, bizlerin bakışını bozmak için epey bir çaba harcar; insan haklarını, çoğunlukla siyasi liderin, yasa-koyucunun ya da hukukçunun hanesine yazar. Nihayetinde haklar fetişleşirken, kendinden apaçık hakikatler, siyaset-üstü, tarafsız değer ve ilkeler bütünü oluverir. Tarihsel analizlerin de katkılarıyla güncel eleştirel eğilimler, yukarıdan aşağı kurulan meta-anlatıları tepe taklak ederek, insan haklarını bu sefer metafizik olarak değil stratejik olarak temellendirmeye gayret eder. Tarihyazımı, yine, hakların hukuk kategorisine dönüşmeden evvel siyasi çekişmelerle, siyaseten kurulduğu ve şekillendiğine işaret eder. Hukuken tanınan ve güvence altına alınan insan hakları, tarihsel ve stratejik düzenlemelerin ürünüdürler. Hakları kurumsallaştıran süreçler, büyük ölçüde haklara yatırım yapan eylemlilikle şekillenir. Hak talepleri ile kurumsal haklar arasında daima dinamik, değişken, müzakereye açık, ihtilaflı bir hat yer alır. Bir hak talebi, o hakkı savunan siyasetin gücüne, nefesine, talihine, yaratıcılığına ve en çok da ısrarına bağlı olarak, hukuku kuran siyasi iklime nüfuz edebildiği ölçüde ve şekilde, hukuki güvenceye ulaşır. Fakat hak siyasetinin öyküsü, hukukla başlamadığı gibi hukukla da bitmez. Haklar, her ne kadar ulusal ya da uluslararası bir yasal çerçevede güvenceye kavuşsa da, elbette zaman zaman uygulanmaz, değişir ya da tümüyle ortadan kalkabilir. Siyaset, hakların güvencesi olmaya devam eder. Kaldı ki siyaset insan haklarını terk ettiğinde, hakların etkileri de azalır. Dolayısıyla bu bitimsiz mücadelenin tarihi de belki yine bu yüzden zaferlerle yazılamaz. Ve yine bu nedenle de ihtilaf, uyum ve birlik şemaları ardında kalamaz. Haklar ile demokrasi arasında, liberal insan hakları söyleminin belirttiği gibi, gerçekten de doğrudan bir bağlantı vardır. Hak siyaseti ve tarihi, bizleri, demokratik siyasetin kalbindeki ihtilafla[41] hemhal eder, nihayetinde, ihtilafla yaşamayı öğretir.
Kaynakça
Allen, Lori, The Rise and Fall of Human Rights: Cynicism and Politics in Occupied Palestine, Stanford University Press, 2013.
Badiou, Alain, Etik. Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme (çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013.
Baxi, Upendra, The Future of Human Rights, Oxford University Press, 3. Baskı, Oxford, 2012.
Brown, Wendy, Halley, Janet, “Introduction”, Left Legalism/Left Critique (ed. Wendy Brown ve Janet Halley), Duke University Press, Durham, 2002, 1-37.
Brown, Wendy, Tarihten Çıkan Siyaset (çev. Emine Ayhan), Metis Yayınevi, İstanbul, 2010.
Cmiel, Kenneth, “The Recent History of Human Rights”, American Historical Review, Şubat 2004, 117-135.
Eckel, Jan, “The Rebirth of Politics from the Spirit of Morality: Explaining the Human Rights Revolution of the 1970s”, The Breakthrough: Human Rights in the 1979 (ed. Jan Eckel ve Samuel Moyn), University of Pennsylvania Press, 2013, 226-259.
Evans, Tony, The Politics of Human Rights. A Global Perspective, Pluto Press, 2. Baskı, Londra, 2005.
Foucault, Michel, “Ahlakın Dönüşü”, Özne ve İktidar (çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay), Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2005, 248-261.
Foucault, Michel, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve İktidar (çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay), Ayrıntı, 2. Baskı, İstanbul, 2005, 173-192.
Foucault, Michel, “Hakikat ve İktidar” (çev. Osman Akınhay), Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2016, 58-84.
Foucault, Michel, “Nietzsche, Soybilim, Tarih”, Felsefe Sahnesi (çev. Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, 46-63.
Foucault, Michel, Society Must Be Defended. Lectures at the Collège de France, 1975-1976 (çev. David Macey), Picador, New York, 2003.
Gauchet, Marcel, “İnsan Hakları Bir Siyasete Dönüştüğünde”, Yurttaşını Arayan Demokrasi (çev. Zeynep Savaşçın), İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, 153-207.
Geuss, Raymond, “Genealogy as Critique”, European Journal of Philosophy, 10 (2), 2002, 209-215.
Golder, Ben, “On the Genealogy of Human Rights: An Essay on Nostalgia”, Australian Journal of Human Rights, 22 (2), 17-36.
Güner, Remzi Orkun, İnsan Hakları Paradoksu. Özne ve Siyaset, Zoe Kitap, İstanbul, 2022.
Hoffmann, Stefan-Ludwig, “Genealogies of Human Rights”, Human Rights in the Twentieth Century (ed. Stefan-Ludwig Hoffmann), Cambridge University Press, 2011, 1-28.
Hoffmann, Stefan-Ludwig, “Human Rights and History”, Past and Present, 232, 2016, 279-310.
Hufton, Olwen (der.), Historical Change and Human Rights: The Oxford Amnesty Lectures, 1994, New York, 1995.
Hunt, Lynn, İnsan Haklarını İcat Etmek: Tarihsel Bir Anlatı (çev. Eymir Albal), Lykeion Yayınları, İstanbul, 2021.
Kennedy, David, “The International Human Rights Regime: Still Part of the Problem?”, Examining Critical Perspectives on Human Rights (ed. Rob Dickinson vd.), Cambridge University Press, 2012, 19-34.
Koskenniemi, Martti, The Gentle Civilizer of Nations, Cambridge University Press, 2001.
Lauren, Paul Gordon, The Evolution of International Human Rights: Vision Seen, University of Pennsylvania Press, 1998.
Manfredi, Zachary, “Recent Histories and Uncertain Futures: Contemporary Critiques of International Human Rights and Humanitarianism”, Qui Parle: Human Rights between Past and Future, 22 (1), 2013, 3-32.
Maurini, Alessandro, Motta, Franco, “Towards a History of Human Rights”, Journal of Interdisciplinary History of Ideas, 11 (21), 2022, 1-9.
McCrudden, Christopher, “Human Rights Histories”, Oxford Journal of Legal Studies, 35 (1), 2015, 179-212.
Moyn, Samuel, “Substance, Scale, and Salience: The Recent Historiography of Human Rights”, Annual Review of Law and Social Science, 2012, 123-140.
Moyn, Samuel, “The Return of the Prodigal: The 1970s as a Turning Point in Human Rights History”, The Breakthrough: Human Rights in the 1979 (ed. Jan Eckel ve Samuel Moyn), University of Pennsylvania Press, 2013, 1-14.
Moyn, Samuel, Son Ütopya. Tarihte İnsan Hakları (çev. Firdevs Ev), Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015.
Mutua, Makau, Human Rights. A Political & Cultural Critique, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 2002.
Pendas, Devin O., “Toward a New Politics? On the Recent Historiography of Human Rights”, Contemporary European History, 21 (1), 2012, 95-111.
Slaughter, Joseph R., “Hijacking Human Rights: Neoliberalism, the New Historiography, and the End of the Third World”, Human Rights Quarterly, 40, 2018, 735-775.
Stammers, Neil, Human Rights and Social Movements, Pluto Press, New York, 2009.
Wallach Scott, Joan, Only Paradoxes to Offer. French Feminists and the Rights of Man, Harvard University Press, Cambridge, 1996.
Zivi, Karen, Making Rights Claims. A Practice of Democratic Citizenship, Oxford University Press, New York.
Dipnotlar
[1] Michel Foucault, Society Must Be Defended. Lectures at the Collège de France, 1975-1976 (çev. David Macey), Picador, New York, 2003, s. 70.
[2] Michel Foucault, “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve İktidar (çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay), Ayrıntı, 2. Baskı, İstanbul, 2005, ss. 173-192, s. 188.
[3] Bkz. Remzi Orkun Güner, İnsan Hakları Paradoksu. Özne ve Siyaset, Zoe Kitap, İstanbul, 2022, s. 19 vd.
[4] Wendy Brown, Janet Halley, “Introduction”, Left Legalism/Left Critique (ed. Wendy Brown ve Janet Halley), Duke University Press, Durham, 2002, ss. 1-37, s. 20.
[5] Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset (çev. Emine Ayhan), Metis Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 20 vd.
[6] Lori Allen, The Rise and Fall of Human Rights: Cynicism and Politics in Occupied Palestine, Stanford University Press, 2013.
[7] Tüm çağdaş eleştirel yaklaşımların bu şekilde, eleştiriyi bir pozitif faaliyete dönüştürerek insan hakları söylem ve pratiğini “eleştirel” sahiplendiğini söylemek elbette bir hata olur. İnsan haklarını bir siyaset olarak reddeden ya da insan haklarını savunmanın çağdaş neoliberal politikalarla bir suç ortaklığına girmek olduğunu öne süren yaklaşımlar için bkz. Güner, s. 34 vd.
[8] Bkz. Güner, s. 16 vd.
[9] David Kennedy, “The International Human Rights Regime: Still Part of the Problem?”, Examining Critical Perspectives on Human Rights (ed. Rob Dickinson vd.), Cambridge University Press, 2012, ss. 19-34, s. 22.
[10] Bu paragraf, İnsan Hakları Paradoksu’nun “İnsan Haklarının Tarihi Nasıl Yazılır? Teleolojik Anlatının Eleştirisi” başlıklı bölümünün kısa bir özetinden ibarettir (bkz. Güner, s. 52-62).
[11] Makau Mutua, Human Rights. A Political & Cultural Critique, University of Pennsylvania Press, Philadelphia, 2002.
[12] Martti Koskenniemi, The Gentle Civilizer of Nations, Cambridge University Press, 2001, s. 98 vd.
[13] Christopher McCrudden, “Human Rights Histories”, Oxford Journal of Legal Studies, 35 (1), 2015, ss. 179-212, s. 179; Stefan-Ludwig Hoffmann, “Human Rights and History”, Past and Present, 232, 2016, ss. 279-310, s. 280; Devin O. Pendas, “Toward a New Politics? On the Recent Historiography of Human Rights”, Contemporary European History, 21 (1), 2012, ss. 95-111, s. 96; Alessandro Maurini, Franco Motta, “Towards a History of Human Rights”, Journal of Interdisciplinary History of Ideas, 11 (21), 2022, ss. 1-9, s. 1; Samuel Moyn, “Substance, Scale, and Salience: The Recent Historiography of Human Rights”, Annual Review of Law and Social Science, 2012, ss. 123-140, s. 124.
[14] Upendra Baxi, The Future of Human Rights, Oxford University Press, 3. Baskı, Oxford, 2012, s. 6; Neil Stammers, Human Rights and Social Movements, Pluto Press, New York, 2009, s. 14.
[15] Bkz. Olwen Hufton (der.), Historical Change and Human Rights: The Oxford Amnesty Lectures, 1994, New York, 1995.
[16] Paul Gordon Lauren, The Evolution of International Human Rights: Vision Seen, University of Pennsylvania Press, 1998.
[17] Kenneth Cmiel, “The Recent History of Human Rights”, American Historical Review, Şubat 2004, ss. 117-135, s. 119.
[18] Bkz. Tony Evans, The Politics of Human Rights. A Global Perspective, Pluto Press, 2. Baskı, Londra, 2005.
[19] Cmiel, s. 119. Ayrıca bkz. Maurini, Motta, s. 7; Stefan-Ludwig Hoffmann, “Genealogies of Human Rights”, Human Rights in the Twentieth Century (ed. Stefan-Ludwig Hoffmann), Cambridge University Press, 2011, ss. 1-28, s. 5.
[20] Lynn Hunt, İnsan Haklarını İcat Etmek: Tarihsel Bir Anlatı (çev. Eymir Albal), Lykeion Yayınları, İstanbul, 2021.
[21] Samuel Moyn, Son Ütopya. Tarihte İnsan Hakları (çev. Firdevs Ev), Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015.
[22] McCrudden, s. 180.
[23] Çerçevenin oluşturulmasında özellikle Cmiel ve Pendas’ın çalışmalarından faydalanılmıştır.
[24] Joseph R. Slaughter, “Hijacking Human Rights: Neoliberalism, the New Historiography, and the End of the Third World”, Human Rights Quarterly, 40, 2018, ss. 735-775, s. 741.
[25] Bkz. Güner, s. 52-53.
[26] Pendas, s. 98 vd.
[27] Bkz. Hoffmann, “Genealogies of Human Rights”.
[28] Slaughter, s. 736.
[29] Marcel Gauchet, “İnsan Hakları Bir Siyasete Dönüştüğünde”, Yurttaşını Arayan Demokrasi (çev. Zeynep Savaşçın), İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, ss. 153-207, s. 179.
[30] Jan Eckel, “The Rebirth of Politics from the Spirit of Morality: Explaining the Human Rights Revolution of the 1970s”, The Breakthrough: Human Rights in the 1979 (ed. Jan Eckel ve Samuel Moyn), University of Pennsylvania Press, 2013, ss. 226-259, s. 233; Moyn, Son Ütopya, s. 114 vd. Ayrıca bkz. Samuel Moyn, “The Return of the Prodigal: The 1970s as a Turning Point in Human Rights History”, The Breakthrough: Human Rights in the 1979 (ed. Jan Eckel ve Samuel Moyn), University of Pennsylvania Press, 2013, ss. 1-14.
[31] Moyn, Son Ütopya, s. 108 vd.
[32] Bkz. Michel Foucault, “Ahlakın Dönüşü”, Özne ve İktidar (çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay), Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2005, ss. 248-261; Alain Badiou, Etik. Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme (çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013.
[33] Zachary Manfredi, “Recent Histories and Uncertain Futures: Contemporary Critiques of International Human Rights and Humanitarianism”, Qui Parle: Human Rights between Past and Future, 22 (1), 2013, ss. 3-32, s. 10.
[34] Slaughter, s. 736.
[35] Cmiel, s. 132.
[36] Michel Foucault, “Hakikat ve İktidar” (çev. Osman Akınhay), Entelektüelin Siyasi İşlevi, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2016, ss. 58-84, s. 67.
[37] Brown, s. 21.
[38] Joan Wallach Scott, Only Paradoxes to Offer. French Feminists and the Rights of Man, Harvard University Press, Cambridge, 1996, s. 5 vd.; Cmiel, s. 131-132.
[39] Manfredi, s. 15.
[40] Raymond Geuss, “Genealogy as Critique”, European Journal of Philosophy, 10 (2), 2002, ss. 209-215; Ben Golder, “On the Genealogy of Human Rights: An Essay on Nostalgia”, Australian Journal of Human Rights, 22 (2), ss. 17-36, s. 25; ayrıca bkz. Michel Foucault, “Nietzsche, Soybilim, Tarih”, Felsefe Sahnesi (çev. Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2. Baskı, ss. 46-63.
[41] Karen Zivi, Making Rights Claims. A Practice of Democratic Citizenship, Oxford University Press, New York, s. 20.