Doğunun ve Batının Farklılıkları ve Kaderi Üzerine

Prof. Dr. Emrehan İNAL

 

Giriş:

              Şüphesiz, farklı toplumlar, kültürler, medeniyetler değişik açılardan karşılaştırılabilirler. Bu karşılaştırmaların büyük çoğunluğunda da, konudan konuya ve zamandan zamana farklı sonuçlara ulaşılacaktır. Ama her durumda, adı üstünde, “farklı” toplumlar veya “farklı” medeniyetlerden bahsettiğimize göre, bunlar arasında önemli, hatta büyük farklılıklar bulunması da kaçınılmaz ve işin doğası gereği olacaktır. Bu farklılıkları birinin diğerine üstünlüğü olarak nitelemek çoğu zaman yanıltıcı olur ve kişiden kişiye değişir.

              Başlıkla olan ilgimize dönelim ve bu yazıda Doğu ve Batıyı, (tüm yönleriyle değil tabii) belirli bazı yönlerden karşılaştıralım ama tabii gözle görülür bu farklılıkların sebebini, kaynağını da ve belki daha önemlisi bunun bir kader olup olmadığını birlikte sorgulayalım.

Farklılıklar:

              Belirtelim ki, Doğu ile Batı arasındaki farklılıklara ilişkin aşağıdaki konuları ve örnekleri pek çok kimsenin kolay kolay karşı çıkamayacağı hususlardan seçmeye çalıştık ama yine de tabii hepsinin tartışmaya açık olduğu muhakkak. Başlayalım…    

  • Her toplumda olduğu gibi, zaman zaman büyük acılar, haksızlıklar ve zulümler yaşanmış ve yaşanmakta olsa da, “hak ve özgürlükler”, “çoğulculuk”, “hoşgörü”, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” ve “insan hakları” konularında, Batının kazanımlarının ve durumunun, genel olarak ve zaman zaman yaşanan geriye gidişlere rağmen, hep bir gelişim içerisinde olduğunu söylemek mümkün değil mi? Bu konularda Doğunun ve özellikle de ülkemizin durumunu değerlendirmeyi okura bırakıp devam edelim.

  • Şüphesiz geçmiş tecrübeler Batının da, bu başlıklarda hiç de sütten çıkmış ak kaşık olmadığını; şartlar uygun olduğu takdirde, gerek siyasi, gerek dini otoriterleşmenin ve hak ihlallerinin hemen ortaya çıkabildiğini göstermektedir. Bu bakımdan genel olarak despotizmin, hoşgörüsüzlüğün, tektipleştirmeciliğin her devirde ve koşulda Doğuya özgü olduğunu söylemek doğru olmaz. Bununla birlikte, yukarıda saydığımız konularda Batının otoriterleşmeye ve haksızlığa karşı er veya geç, az veya çok ama hemen her zaman bir tepki ve direnç gösterdiğini ve gerektiğinde en sert mücadeleyi verdiğini; ortaya çıktığı zamanlarda ise otoriterliğin diğer coğrafyalara göre Batıda çok daha kısa ömürlü olduğunu ve yönetim sistemlerinin daha hızlı ve olumlu yönde bir değişim gösterdiğini; tüm bu başlıklarda Batının her şeye rağmen, sürekli bir arayış, değişim ve sorun çözme çabası içerisinde olduğunu söylemek mümkün görünmektedir.

  • Bugün dahi, Batıda kanunkoyucuların veya yönetimlerin, şu veya bu konuda, hep bir “reform” hazırlığı veya çabası içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.    

              Belki “tüm bu tespitlerin Batıda yerleşmesinin daha dün kadar yakın bir zamanda olduğu” söylenebilir. Doğru olabilir ama o sürecin başlangıcının çok eskilere dayandığı; kesinti ve geri gidişlere rağmen genel bir süreç ve istikamet doğrultusunda bu günlere gelindiği açık değil mi?

 Öyle ya,  

  • En ağır zulüm ve baskılara rağmen hem hükümdarların mutlak otoritesine hem de kilisenin hurafe ve boş inançlarına, insan aklını ve zekasını köleleştirme çabalarına o şartlarda dahi açıkça karşı çıkacak cesareti gösterenler; Rönesans’ı ve Aydınlanma’yı gerçekleştirenler; bu suretle yaygın bir şekilde insan aklının özgürlüğe kavuşmasını sağlayanlar; aklı ve bilimi rehber, sorgulamayı yöntem edinenler; hukukun kaynağını gökyüzünden tekrar yeryüzüne indirmeyi başaranlar kim?
  • Buna karşılık, siyasi veya dini otoriteye sorgusuz-sualsiz biat (günümüzde bile), hangi kültüre ait? Yöneticiye sorgusuz biat gereği, göz göre göre “erkek deveye dişi deve” diyebilen bir halk kitlesi örneği hangi coğrafyada görülmüştür ve benzerleri her gün halen yaşanmaya devam etmektedir?  
Bir başka yönden yine soralım:
  • Okyanusları aşmaya cüret edenler, coğrafi keşifleri, sanayi ve teknoloji devrimini gerçekleştirenler, bilim çağını başlatanlar, Ay’a giden, Mars’a ulaşanlar kim?

  • Geçmişte olduğu gibi günümüzde de seyyahların, gezginlerin, kaşiflerin, hatta genç “backpacker”ların çok büyük bir bölümünü oluşturanlar?

  • Buna karşılık “çok gezenin ayağına…” diye başlayan atasözü hangi topluma ait?
  • Ya Dünyadaki pek çok zirveye, ülkemizdeki belli başlı dağlar da dahil olmak üzere, ilk olarak çıkanlar; günümüzde de dağcılık sporu ile ilgilenenlerin ve alpinistlerin çok büyük bir bölümü?

Nihayet,

  • Batılıların bazen diplomatik nezaket içerisinde bazen de patavatsızlık derecesine varan açık sözlülükleri ağzımızı açık bırakacak derecede şaşırtmıyor mu bizi? Kavga ve çatışma hali hariç, o derece bir açık sözlülüğe cesaret gösterebiliyor muyuz? Elbette dedikodu, her toplumda her zaman görünen yaygın bir davranış. Ancak Batıda dedikodu toplum hayatının, çoğu zaman eğlenceli bir parçasından ibaret gibi görünüyor. Doğuda ise dedikodu, kurumsal yapıya sahip ve neredeyse temel ve asli iletişim, iş görme ve yönetim metodu olmanın yanında, toplumsal bir yargılama ve “suçluyu” cezalandırma yöntemi değil mi? Dedikodu yoluyla, hemen her gün bir “suçluyu”, gıyabında soruşturur, yargılar, mahkum eder ve sonuçta cezalandırmaz mıyız? Bu durum temelde, açık açık yüzleşmeye ve bunun gerektirdiği açık sözlülüğe cesaretimiz olmamasından kaynaklanmıyor mu? Çetin Altan’ın, meşhur “Batıda düello Doğuda pusu” tespiti de aynı kapsamda değerlendirilmek gerekmez mi?

 
              Listeyi daha da uzatmak mümkün tabii... Birbirinden alakasız gibi görünen bu konuları hangi ana başlıklar altında toplamak uygun olur?  Bu yönde “özgürlük”, “merak ve her konuda sürekli arayış” ve “cesaret” ana başlıkları mümkün görülebilir mi acaba? Belki…   
 
              Bu yazının bir Batı güzellemesi olmadığını söylememe sanıyorum gerek yok. Bir üstünlük veya ileri-geri tespiti arayışında da değiliz. Şüphesiz araştırmacının, biliminsanının görevi, taraf tutmak değil, sorgulamak ve cevap bulmaya, çözüm üretmeye çalışmak.  
 
              Elbette her medeniyet birbirine çok şey borçlu. Batının, hem bilimsel hem de ahlaki olarak bir çok şeyi Doğudan ve özellikle Müslümanlardan öğrendiği muhakkak. Ama zaten aklını kullananlar ancak, düşmanı dahi olsa bir başkasından, iyi, doğru, güzel ve faydalı şeyleri örnek almayı ve benimsemeyi tercih etmez mi? Kaldı ki, bu durum yukarıdaki tespitleri ve gerçekleri değiştiriyor mu?
 
              Tabii konu hassas ve kimlikle ilgili olduğu için birçok kişi bu tespitlerden rahatsız olabilir. Son derece normal. Tarafsak, tarafsız olmamız güç. Ama doğruyu veya çözümü arıyorsak ve özellikle de hukukçu isek tarafsız olmamız şart. Bugün içerisinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal iklimde, yukarıdaki tespitleri veya genel olarak bu yazıyı biraz kışkırtıcı bulacak okurdan, bunlar üzerinde düşünecek ve sorgulayacak kadar bir süre için sabır ve hoşgörü göstermesini dileriz.
 
Farklılığın Sebebi Ne?
 
              Bu farklılıkların bir sebebi olması gerektiği muhakkak, değil mi? İşte gelelim, yukarıda sıraladığımız ve “özgürlük”, “sürekli arayış ve merak” ve “cesaret” olmak üzere üç ana başlık altında toplanabileceğini düşündüğümüz farklılıkların sebebine. Nedir bu sebep veya sebepler?
 
              Bu farklılığın sebebine ilişkin olarak, M.Ö. 5. binyıla uzanan bir teori üretmek mümkün görünmekte.
 
              Eldeki verilere göre, yaklaşık M.Ö.4200’lü yıllara kadar Sahra’nın bir çöl olmadığını biliyoruz. Son buzul çağının sona ermesinden sonra, bugüne göre çok daha geniş bir alanı kaplayan Sahra, o zamana kadar bolca yağmur alan ve büyük bir insan nüfusuna ev sahipliği yapan, geniş bir savana. Fakat işte M.Ö. 5.binyılın sonlarına doğru, zamanla yağışlar azalmış, su kaynakları daralmış ve savana yavaş yavaş çölleşmiş ve yaşanabilir olmaktan çıkmış bulunmakta. İşte öyle anlaşılıyor ki, bu çölleşme sürecinde, yaşam alanları daralan topluluklar yüzlerce yıla yayılan bir zaman dilimi içerisinde ama akın akın göç etmek zorunda kaldılar.
 
              Göç etmek zorunda kalan bu toplulukların bir kısmı kuzeye, bir kısmı ise doğuya yöneldi. Ancak farklı yöne yönelen bu toplulukları birbirinden tümüyle farklı bir yapı ve muhtemelen farklı bir kader beklemekteydi.
 
              Kuzeye yönelip denizi geçenler, buzul çağının henüz yakın bir zaman önce sona erdiği; hemen hemen tümüyle boş, sonsuz yeşilliklerin ve sınırsız su kaynaklarının bulunduğu alışık olmadıkları bir coğrafyayla karşılaştılar. Arkadan gelen her yeni grup, daha önce yerleşmiş olan grupla uyuşamadığı veya anlaşamadığı takdirde bunların hakimiyetini veya kurallarını kabul etmek zorunda olmaksızın ya da sırf canları öyle istediği için, alıp başlarını bir sonraki vadiye, bir sonraki su kenarına yerleşme olanağına sahipti. Ayrıca her yükselti, arkasındaki bakir topraklar ve muhtemel kaynaklar için bir merak kaynağı; keşfedilecek her bilinmezlik yeni bir vaat oluşturmaktaydı. Bu süreç içerisinde, önceden gelmiş yerleşik gruplar da, çoğalmak, nüfusunu artırmak istiyorsa, arkadan gelenlerle uyuşmak, uzlaşmak zorundaydı. Topluluktan sorgusuz sualsiz biat bir yana kolay kolay sürekli bir itaat beklemek dahi çoğu zaman mümkün değildi. Sadece sonradan gelenler değil, mevcut durumdan memnun olmayanlar da her an pılısını pırtısını toplayıp bir başka topraklara göç edebilirdi. Dolayısıyla topluluğu zayıflatmak istemeyen yöneticiler keyfi bir yönetim sürme lüksüne sahip değillerdi; dikkatli olmak; topluluğun düzen ve uyumunu sağlamak üzere sürekli bir arayış ve sorun çözme çabası içinde olmak; hatta gerektiğinde otoritelerini paylaşmayı kabul etmek zorundaydılar[1].
 
              Doğuya yönelenleri ise bambaşka şartlar bekliyordu. Doğuda yaşanabilir alan olarak sadece Nil vadisi ve daha ötesinde bereketli hilal üzerindeki yerleşim yerleri bulunmaktaydı. Ancak doğudaki bu yerleşim alanları, kuzeydekilerden farklı olarak, hemen hemen tümüyle ve uzun zamandır işgal edilmiş, şehirleşmiş ve yerleşik bir düzene sahip halde bulunmaktaydılar. Belki ilk gelen gruplar, şehir halkı tarafından sevinç ve heyecanla karşılanmış olsa da, sayıları arttıkça ve şehirler fazlasıyla kalabalıklaşınca şehir kapılarının yeni gruplara kapandığını kolayca tahmin edebiliyoruz. İşte sonraki gruplar, içeri kabul edilebilmek için şehir duvarları önünde yalvarmak; her türlü şartı kabul etmek, koşulsuz biat ve sadakatlerini ispat etmek zorundaydılar. Dahası köleliği dahi memnuniyetle kabule hazır, hatta buna gönüllü ve istekliydiler. Köleliği sevinçle karşılayan bu yığınlar, şehir sakinlerinin önem ve değerini de neredeyse aynı seviyeye düşürmüştü. Artık onlar da sorgusuz sualsiz biat mecburiyetindeydiler, her an yerlerini alabilecek kitleler hazır beklemekteydi. Hükümdar ne kadar keyfi veya zalim olursa olsun, artık herkes her şeyi kabul etmek ve sorgusuz sualsiz biat zorundaydı. Otoriteyi paylaşmak, gereksiz olması yanında, komşu ve rakip şehir ve devletler karşısında güçlü görünmek adına, düşünülemezdi bile. Tüm kaynaklar tek bir elde toplanıp, yönetilip, dağıtıldığı için elbette her şey devletten/hükümdardan beklenecekti; bireysel özellikle de toplu gayret ve girişim asla makbul görülemezdi. Karşı çıkmak hainlik; farklı bir şey söylemek, icat çıkarmak ya da eski köye yeni adet getirmeye çalışmak, hatta tarafsız kalmak bile tehlikeli; cesaret düpedüz aptallıktı. Kimsenin kolay kolay gidecek başka bir yeri de yoktu. Bu şartlar altında ürkeklik ve korkaklık yadırganacak veya ayıplanacak bir şey değildi. Değil iktidara karşı, komşular arasında bile, açık sözlülük adına durduk yere düşman edinmenin hiç alemi yoktu. Elbette yönetim katında kabul görmek, mevki sahibi olmak, kaynaklardan daha çok pay almak için ne yapmak gerektiği ise o zamanlarda da belliydi[2].
 
              Dolayısıyla belki de, geçmişte ve günümüzde göz göre göre “erkek deveye dişi deve” diyen kitleleri; hatta saray dalkavuklarını ahlaksızlıkla kınamadan, suçlamadan ve mahkum etmeden önce bir kez daha düşünmek; gerçek mağdurun binlerce yıllık bir mirası taşıyan ve hala kölelik bağlarıyla bağlı bu zavallılar olduğunu göz önünde bulundurmak gerekebilir.
 
              Şüphesiz kitleleri kölelikten kurtaracak en önemli araç akıl ve bilim, dolayısıyla eğitimdir. Ancak yine de sadece eğitimle ve ekonomik gelişmeyle çözülebileceğini düşündüğümüzden daha zorlu, karmaşık ve kökü çok daha eskilere dayanan bir sorunla karşı karşıya olabilir miyiz?
 
Sonuç:
 
              Yukarıdaki çıkarımlar ve bu kısa yazıdaki Doğu ile Batı arasındaki farklılıkların sebebini açıklamaya çalıştığımız bu teori doğru olabilir mi? Bilmiyoruz. Olmayabilir de… Sonuçta bir teori. Bunun ne kadar makul, mantıklı ve tutarlı göründüğünü takdir ise elbette okuyucuya ait. 
 
              Bu teori bizi tatmin etmedi mi; aklımıza yatmadı mı; bizi rahatsız mı etti? Aksini ispatlamak veya çözümü ortaya koymak, yani velev ki M.Ö. 5.binyıldaki göçlerin etki ve sonuçları doğru bile olsa, bunun bir kader olmadığını göstermek çok da zor olmasa gerek.
 
              Zulüm, istibdat ve her türlü haksızlığa karşı koyma cesaretini göstermek; demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, kuvvetler ayrılığından, hak ve adaletten yana olmak; farklılıkları hoşgörü ile karşılamak, kabul etmek ve savunmak; başkalarının hakkını ve özgürlüğünü korumak; cehaleti ortadan kaldırmak ve burada sıraladığımız anlayışı toplumun geneline yaymak için var gücümüzle çalışmak; ve belki de en önemlisi araştırmak, düşünmek ve sorgulamak…
 
              Bir yerden başlamak lazım tabii. O zaman, bu yazıyı sorgulayarak da başlayabiliriz.

 

Dipnotlar

[1] Bazı farklılıklara rağmen, özellikle otoriteye boyun eğmeyi kabul etmeksizin, dilediği yere yerleşme başta olmak üzere, benzer koşulların ve sürecin, çok uzun bir zaman sonra, kuzeyden gelen Germen kavimlerinin göçünde yaşandığını da söyleyebiliriz.

[2] Öte yandan, şehirlerin kalabalığında geniş kitleleri tam bir kontrol altında tutmak da zorunluydu. Zira kaynakların son derece sınırlı olması karşısında bu kalabalık, özellikle bıçak kemiğe dayandığı zamanlarda geniş yığınları, hükümdar, yönetici sınıf ve mevcut düzen için son derece tehlikeli hale getirebiliyordu. Zaten geniş kitleler, bu şekilde köle olarak ne kadar kontrol altında tutulabilirdi ki? Neyse ki, gerek eski Mısır’da gerek Mezopotamya’da bu sorunu çözebilecek derecede gelişmiş bir rahipler sınıfı mevcuttu. Hükümdara ve onun kurallarına ilahi bir kimlik tanımak ve bu kurallara uymayı tanrıların emri kabul etmek; hatta gerektiğinde hükümdarı tanrı ilan etmek; ve tabii bu dünyanın geçici, gerçek hayatın ise bu dünyada değil ölümden sonra başladığını kabul eden bir inanç sistemi kurmak…

Paylaş