TÜRKİYE'DE LAİKLİK İLKESİNİN DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Ar. Gör. Tevfik Can Peker

 

GİRİŞ

Laiklik ilkesi, Türkiye’de hukuki ve politik tartışmaların her dönem odağında olmuş bir ilkedir. Bu çalışmanın amacı ise laiklik ilkesinin gelişimi bağlamında bu tartışmaların okunması için bir başlangıç noktası oluşturmaya çalışmaktır. Bu bakımdan bu çalışma laiklik ilkesinin ortaya çıktığı şartlardan hareketle ilkenin Türkiye’de yaşadığı dönüşüme etki eden değişkenlerin ortaya koyulmasını amaçlamaktadır. Laiklik ilkesi üzerindeki tartışmalarda genel olarak ilkenin uygulanışı üzerinden, temelde birbirine benzeyen ancak uygulamada ayrımlar doğuran daha müdahaleci bir karaktere sahip laiklik ilkesi ve daha çok evrimci-uyumlu bir niteliğe sahip sekülerizm karşılaştırması ile sıklıkla karşılaşılmaktadır.[1] Bu bakımdan öncelikle bir tanımlama yapılması gerekmektedir. Mümtaz Soysal laikliği;

“ 1) Devlet gücünü kullananların bir din veya mezhep taraftarlarını tutmaktan vazgeçerek bütün dinsel inançlara eşit işlemde bulunmaları,

   2) Devlet kuruluşlarıyla din kuruluşlarının birbirinden ayrılması ve ‘’resmi devlet dini’’ diye bir şeyin kalmaması.

  3) Devlet hukukunun ve kamu hizmetlerini düzenleyen kuralların dinsel ya da dinle ilgili kurallar olmaktan çıkması[2]

biçiminde tanımlamaktadır. Bu açıdan laiklik ilkesinin unsurları devletin çeşitli dinler ve bu dinlere inanan insanlar karşısındaki tarafsızlığı, devletin resmi bir dini inanca sahip olmaması ve dolayısıyla din ve devlet kurumları arasındaki ayrılığı ve son olarak da siyasal iktidarın tanrısal kaynaklı olmaktan kurtarılması olarak özetlenebilir. Sekülerizm ve din arasındaki ilişki ise Niyazi Berkes tarafından şu şekilde tanımlanmıştır:

“… bu terimde, laicisme teriminde olandan farklı olarak, kilise ya da kilise adamı, kurum ve kuralları, yetkilileri ile onların dünyasal karşıtlarının (clericus ile laicus'un) karşı karşıya gelmesi, birçok ölçüte göre birbirinden iyice ayırdedilmesi durumu yerine geleneksel, katılaşmış kurum ve kurallar karşısında zamanın gereklerine uyan kurum ve kuralları geliştirme sorununun belirdiğini görürüz.[3]

“…Bir toplumda en yüksek sayılan değerler, özellikle böyle zamanlarda, dinsel değerler kılığına girmeye de eğilimlidirler. Din, geleneğin en son sığınağı, en son savunma kalesidir. Aslında toplumun eski yaşayışının kökeninden gelen birçok alışkanlıklar, kolaylıkla din gereği imiş gibi bir nitelik kazanırlar. İşte bunun içindir ki, çağdaşlaşma sözcüğünün özü, “laikleşme” sözcüğünün söylemek istediği gibi toplumu bu dinselleşme hummasının yakasından kurtarma işi imiş gibi gözüküyor ve burada laicisme ile secularism terimlerinin anlamları, ayrı sözcük kökenlerinden geldikleri halde, birbirine uyuyor[4].”

Bu bakımdan laiklik ve sekülerizm kavramları arasında siyasal iktidarın üzerindeki dinsel baskının ortadan kaldırılması noktasında bir uyum bulunduğu kolaylıkla söylenebilecektir. İki kavram da dinsel kuralların politik alan ve hukuk üzerindeki etkisini ortadan kaldırmayı diğer bir deyişle bu alanlarda gelenekselleşmiş, değişmez dini kurallar yerine insan aklının ve çağın gereklerinin öncelendiği bir sistemi öngörmektedir.

Batı’da din ve devletin birbirinden ayrılması her ülkenin özgül şartları içerisinde aynı temel isteme bağlı olarak farklı yollar izlemiş ve farklı şekiller almıştır. Bu açıdan öncelikle laiklik ilkesini Batı’da ortaya çıkartan şartlar incelenecek ve bu şartların Türkiye’deki iz düşümleri aranacaktır.

I. BATI’DA LAİKLİK İLKESİNİN GELİŞİMİ

Batı’da laiklik ilkesinin politik yönü kendisini Kilise-İmparatorluk çatışması ekseninde göstermiştir. Bu noktada Kilise’nin siyasal iktidardan pay talep edecek kadar güçlenmesi dünyevi iktidar ve ruhani iktidar arasındaki çatışmayı arttırmıştır. Kilisenin bu güçlenişinin altında yatan temel etken ise onun feodalitenin ekonomik üretim biçimi içerisinde oynadığı rol ve bu ekonomik etkinlik sonucunda elde ettiği politik güç ile doğrudan ilişkilidir.[5]

Tarıma dayalı bu ekonomik yapı içerisinde büyük topraklara sahip olan Kilise’nin bu topraktan elde ettiği ekonomik ve politik gücü onun ruhani iktidarın yanında dünyevi iktidarı da kendisinde toplama savlarını desteklemiştir. Dünyevi iktidar ruhani iktidar çatışmasını Kilise’nin kaybetmesi ise yine üretim biçiminde yaşanan değişimlerin bir sonucu olacaktır.

Feodalitenin Kilise’nin konumunu güçlendiren parçalı siyasal iktidar yapısı modern devletin doğuşu ile değişmeye başlayacaktır. Bu değişimin en önemli itici güçlerinden biri ise ticaretin gelişmesi için parçalı siyasal iktidar yapısı karşısında merkezi yetkeyi destekleyen burjuvazi olacaktır. Ticaretle gelişen burjuvazinin monarşileri desteklemesi karşılığında monarşilerin de ticareti koruyucu tedbirler alması ekonomik faaliyet içerisinde toprağa bağlı üretim biçiminin giderek güç kaybetmesine ve aynı zamanda Kilise’nin savlarının da zayıflamasına neden olmuştur. Yeni ekonomik üretim biçimi toprağa dayalı ekonominin karşısına sermayeyi, feodalitenin katı yapısının karşısına esnekliği koyarak parçalanmış siyasal iktidar karşısında merkezi bir yetkenin güçlenişini desteklemiştir. Bu bakımdan toplumsal yaşam ve onu düzenleyen hukuk kurullarının da yeni bir anlam kazanması gerekmiştir.[6]

Kilise’nin savlarının zayıflamaya başlamasıyla birlikte düşünsel alanda da değişimler ortaya çıkmıştır. Bu süreçle paralel ilerleyen bir biçimde siyasal iktidarın tanrısal meşruiyet temeli giderek zayıflamaya başlamıştır. Aquinolu Thomas ile başlayan ve Ochamlı William’a kadar gelen gelişim siyasal iktidarın ve yasanın kaynağını tanrıda bulan anlayışın giderek halka ve insan aklına doğru evrildiği süreci ortaya koymaktadır. Bu anlayışın doruk noktasına Kara Avrupası bağlamında 1789 İhtilali ve onu takip eden dönemde ulaşılmıştır. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi[7] 3. maddesi ile iktidarın kaynağının sadece ve sadece ulusta olduğunu belirterek dünyevi iktidar ve ruhani iktidar çatışmasında iktidarın kaynağını tanrısal nitelikten arındırmıştır.[8]

II. TÜRKİYE’DE LAİKLİK İLKESİNİN GELİŞİMİ

Türkiye’de din ve devlet ayrılığı ilişkisinin kökleri Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki Devrimler Dönemi’nde aranmalıdır. Siyasal iktidarın kaynağının doğrudan tanrısal iradeye dayandığı dolayısıyla teokratik bir nitelik taşıyan Osmanlı Devleti’nde modernleşme hareketlerine bakıldığında din ve devlet ayrımından daha çok din ve modernleşme hareketleri arasındaki uyumun yenilikçi düşünürler tarafından öne çıkartıldığı görülecektir.[9] Bunun nedenlerinin başında özellikle devletin duraklama ve gerileme dönemlerinde ulema sınıfının kendi güçlerini korumak için yenileşme hareketlerinin önünde en önemli engellerden biri haline gelmesinin büyük payı vardır. Bu bakımdan Osmanlı’nın duraklama ve gerileme döneminde ortaya çıkan ulema ve yeniçeri iş birliği merkezi iktidarı parçalayarak bir anlamda siyasal iktidara ortak olmuştur.[10] Modernleşme hareketleri de bütün çabalara rağmen sınırlı bir zümreye hitap etmiş, devletin teokratik ve çok-uluslu, çok parçalı yapısından bütüncül bir biçimde eşit yurttaşlık temeline dayanan bir devlet yaratamamıştır.

Türkiye’de laiklik ilkesinin anlamını açıklayabilmek için ilkenin iki yönünün üzerinde durulması gerekmektedir. Bunlar, egemenliğin kaynağının ulusa dayanması ve eşit yurttaşlık anlayışının sağlanmasıdır. Bu açıdan laiklik ilkesi Türkiye’de eşit yurttaşlık temeline dayalı ve egemenliğin kaynağının ulusa dayandığı ulus devletleşme sürecinin en önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır.[11]

Laiklik ilkesinin Türkiye’de anayasal bir ilke olması 1924 Anayasası’nda 1937 yılında yapılan değişikliklerle birlikte olmuştur. Öncesinde CHP parti programı içinde yer alan Atatürk ilkeleri Devrim Dönemi’nin sonlarında anayasaya bir aktarılmıştır. Ancak laiklik ilkesinin anayasallaşmasından önceki sürece kadar uzanan bir gelişimi bulunmaktadır. Bu süreç incelendiğinde 1922 yılında saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulü, hilafetin kaldırılması, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kapatılarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Hakkında Kanun’un kabulü, 1928 yılında “Devletin dini İslamdır.” hükmünün anayasadan çıkartılması ve son olarak da 1937 yılında ilkenin anayasaya girişi biçiminde genel hatlarıyla ele alınabilecek olan bir tarihsel gelişim çizgisi karşımıza çıkmaktadır.[12]

Bu gelişime bakıldığında Cumhuriyet’in siyasal iktidarı tanrısal niteliğinden kopartırken aynı zamanda eşit yurttaşlık temeline dayanan bir siyasal sistem ortaya çıkartma amacı da karşımıza çıkmaktadır. Ancak burada Türkiye’deki gelişimin Batı’dan ayrıştığı önemli bir nokta göze çarpmaktadır. Politik ve hukuksal anlamda yaşanan bu büyük değişimler doğrudan toplumsal bir tabana dayanmadan aksine uygulamada devrim hareketleri ile birlikte kendisine toplumsal bir taban da yaratmak isteyen sınırlı bir zümrenin eylemleri olarak biçimlenmiştir. Bu yönelimin önemli işaretlerinden biri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurularak dinin devletin denetimi altına alınmasıdır.[13] Bu durum aynı zamanda Türkiye’de dinin devlet üzerindeki etkisi ortadan kaldırılırken devletin din üzerindeki denetiminin devam ettiren anlayışa[14] bir örnek olarak alınabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasa md. 136’da “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” biçiminde tanımlanmıştır. Bu bakımdan Başkanlığı’nın kuruluşundaki temel amaç dinsel alanın devlet tarafından kontrol edilmesini sağlamak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan kurumun kuruluşu hem henüz tasfiyesi sağlanmamış yarı-feodal oluşumlar karşısında dinsel alanı kurucu felsefenin kontrolü altında tutarak yeni kurulan ulus devlet anlayışıyla paralel bir dinsel yorum ortaya çıkartmak olarak özetlenebilir.[15]

Batı’daki gelişimden farklı bir biçimde yarı feodal-dinsel yapıların tasfiyesi yönünde tabandan gelen toplumsal bir hareket bulunmaması bu noktada devletin duruma müdahalesini kaçınılmaz hale getirmiştir. Ancak devletin müdahalesi özellikle Devrimler Dönemi’nde sadece yeni kurumlar kurmakla sınırlı kalmamıştır. Bu yeni gelişmelerin tabanda diğer bir deyişle halkta karşılığını bulabilmesi için çeşitli yollara başvurulmuş ancak devrim hareketinin hız kaybetmesi ve devamında gelen çok partili yaşam dönemi özellikle toplumsal anlamda dönüşümler yaratacak bu hareketleri büyük oranda atıl bırakmıştır.[16]

Türkiye’de müdahaleci ya da militan laiklik nitelemesi altında karşımıza çıkan laiklik anlayışının kökleri bu gelişim çizgisi içerisinde bulunmaktadır. Sınırlı bir zümrenin eylemleri ile ortaya çıkan bu anlayış doğal olarak müdahaleci bir nitelik kazanmıştır.[17] Türkiye’de laiklik ilkesinin bu niteliği kendisini en belirgin biçimde Anayasa Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma kararlarında göstermiştir.[18]

Bu noktada Türkiye’de laiklik anlayışının değişen anlamını görmek için Anayasa Mahkemesi’nin laiklik ile ilgili kararlarından örneklere bakmak yerinde olacaktır. Anayasa Mahkemesi bir kararında[19] laiklik ilkesini şu şekilde tanımlamıştır:

Yaygın, fakat yeterli olmayan tanımına göre lâiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.

Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki yerleşmiş kararlarında da:

a - Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması,

b - Aralarında ayırım gözetilmeksizin bütün dinlerin anayasal güvence altına alınması,

c - Dinin bireyin manevî yaşamım aşarak, toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde; kamu düzeni, güvenliği; ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar yapılması ve dinin kötüye kullanılmasının ve sömürülmesinin yasaklanması,

d - Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla devlete, dinsel hak ve özgürlükler konusunda denetim yetkisi tanınması,

Lâiklik ilkesinin gereği olarak benimsenmiştir.”

Mahkemenin ilgili kararına bakıldığında laiklik ilkesinin yalnızca din ve devlet işleri ayrımı olmadığının altı çizilmiştir. Mahkeme ilkeyi yukarıda değindiğimiz gibi müdahaleci bir anlayışla ele almış ve devletin hak ve özgürlüklerin ve kamu düzeninin korunması amacıyla dinsel hak ve özgürlükler üzerinde bir denetim ve sınırlama yetkisi olduğunu kabul etmiştir. Kararda görüldüğü üzere Mahkeme bu denetim yetkisini özellikle “toplumsal yaşamı etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin” olarak kabul ederek inanç pratiğini bireyin özel alanına ve tanrı-birey ilişkisine indirgemiştir. Bu açıdan mahkeme, kişinin inancına dayalı olarak gerçekleştirdiği ve toplumsal-kamusal alanları ilgilendiren eylemlerinin sınırlanabileceğine hükmederek kamusal alanda din kaynaklı bir baskının ortaya çıkmasının önüne geçmeyi hedeflemiştir.

Ancak Anayasa Mahkemesi’nin yakın dönemde verdiği bir kararı mahkemenin, laiklik ilkesini müdahaleci anlayıştan uzaklaşarak daha “yumuşak” bir anlayışla ele aldığı yönünde görüşler ortaya çıkartmıştır.[20] İlgili kararda[21] mahkeme laiklik ilkesinin uygulaması ile ilgili şu tespitte bulunmuştur:

“Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak, kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan, katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir.”

Bu karara bakıldığında Mahkeme, laiklik ilkesinin din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olma niteliğini öne çıkartarak bireylerin dini inançlarına uygun gördükleri şekilde yaşamaları hakkını ve bu hakkın özellikle toplumsal ve kamusal alanlarda görünürlüğüne atıfta bulunmaktadır. Bu bakımdan mahkeme laiklik ilkesini eski kararlarından farklı olarak daha “yumuşak” ya da diğer bir deyişle devletin bireyin özel alanına müdahalesi açısından daha pasif bir biçimde yorumlanması gerektiğini belirtmektedir. Mahkeme yine daha sonra 2017 ve 2018 yıllarında verdiği iki kararında[22] da laiklik ilkesini aynı yönde tanımlayarak bu içtihadını sürdürmüştür.

SONUÇ YERİNE

Batı’da ekonomik ve sosyal değişimlerin bir sonucu olarak farklı biçimlerde gelişen din ve devlet ayrılığı süreci Türkiye’nin kendine özgü tarihsel gelişim şartları içerisinde zaman zaman Batı’ya yakınlaşan ama bir o kadar da ondan farklılaşan bir gelişim çizgisi izlemiştir. Bu bakımdan Batı’daki Kilise ve devlet çatışmasının yerine Türkiye’de özellikle Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki Devrim Dönemine kadar siyasal iktidar ve dinin birlikteliği olgusu gözlenmektedir. Bu birliktelik bir anlamda Batı’da yaşanan çatışmaların Türkiye’de ortaya çıkış biçimini değiştirmiştir.

Batı’da yaşanan dünyevi-ruhani iktidar ayrışmasının temelini oluşturan toplumsal gelişim dinamiklerinden yoksunluk durumu ise Türkiye’de laiklik ilkesinin tabandan gelen isteklerden yoksun bir biçimde sınırlı bir zümre tarafından benimsenmesi ilkenin müdahaleci karakterini doğrudan biçimlendirmiştir.

Bu bakımdan laiklik ilkesi ulusal egemenlik anlayışının tasfiye edilememiş yarı-feodal ve dini yapılar karşısında güvence altına alınması hem de bu süreçte yeni ortaya çıkan ulus devlette toplumsal dönüşümün sağlanması amacıyla daha çok devletin dinsel pratiklere özellikle kamusal alanda müdahalesine gereksinim duyar bir nitelik kazanmıştır. Ancak ilkenin yorumu ve uygulamasının siyasal iktidar ile yakından ilişkili oluşu ve toplumsal temelden yoksunluk ilişkisi bir arada düşünüldüğünde bu iki alanın da güncel politik şartlardan ve söylemlerden etkilenerek şekillenmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.

 

Dipnotlar

[1] İki kavramın bir karşılaştırması için bkz.: DİNÇKOL, Bihterin: 1982 Anayasası Çerçevesinde ve Anaysa Mahkemesi Kararlarında Laiklik, Kazancı Yayınları, İstanbul, 1992, s. 5-6, TANÖR, Bülent: Laiklik, Cumhuriyet ve Demokrasi, Laiklik ve Demokrasi, Der.: İbrahim Ö. Kaboğlu, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s. 25-27.

[2] SOYSAL, Mümtaz: Anayasaya Giriş, Ed.: İlter Ertuğrul, İmge Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 2011, s. 252.

[3] BERKES, Niyazi: Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yay. Haz.: Ahmet Kuyaş, YKY, 28. Baskı, İstanbul,2019, s. 19.

[4] BERKES, s. 20.

[5] Feodalitede Kilise’nin durumu için bkz.: HUBERMAN, Leo: Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, Çev.: Murat Belge, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 23-25.

[6] AKAD, Mehmet/ VURAL DİNÇKOL, Bihterin/ BULUT, Nihat: Genel Kamu Hukuku, Der Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, 2021, s. 90-91.

[7] Tam metin için bkz.: AKAD/ VURAL DİNÇKOL/ BULUT, s. 411-412.

[8] Laiklik düşüncesinin tarihsel gelişimi hakkında daha detaylı bilgi için bkz.: DİNÇKOL, s. 11-17.

[9] SOYSAL, 43-44, TİMUR, Taner: İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı, Yordam Kitap, 3. Baskı, İstanbul, 2019, s. 237.

[10] TUNAYA, Tarık Zafer: Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul 2016, s. 13-23

[11] YÜCEL, Bülent: “Türkiye’de Laiklik İlkesinin Siyasî Sistemle Bütünleştirilmesi ve Anayasa Mahkemesi’nin Siyasî Partileri Kapatma Kararları Işığında Anlamlandırılması”, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 153-154, İstanbul 2017, ss.: 31-59, s. 36-39.

[12] AKAD/ VURAL DİNÇKOL/ BULUT, s. 407-408.

[13] Diyanet İşleri Başkanlığını ve işlevlerinin gelişimini açıklayan bir çalışma için bkz.: AKIN, Rıdvan: Geçmişten Günümüze Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Tarihsel İşlevi, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, İstanbul, 2020, ss.: 559-589.

[14] Bkz.: TANÖR, s. 27-31.

[15] AKIN, s. 567-570.

[16] Detaylı bilgi için: PEKER, Tevfik Can: Ulus Devletin Liberalleşmesi, Danışman: Prof. Dr. Mehmet Akad, Kadir Has Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Kamu Hukuku Tezli Yüksek Lisans Programı, İstanbul 2021, s. 77 (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi)

[17] TANÖR, s. 23-25

[18] Anayasa Mahkemesi’nin laiklik ilkesi bağlamında verdiği bazı parti kapatma kararları için bkz.: Milli Nizam Partisi Kararı, E. 1971/1, K. 1971/1, KT: 20.05.1971, Huzur Partisi Kararı, E. 1983/2, K. 1983/2, KT: 25.10.1983, RG: 15.10.1984, Fazilet Partisi Kararı, E. 1999/2, K. 2001/2, KT: 22.06.2001, RG: 05.01.2002.

[19] Kararın tam metni için bkz.: E. 1995/17, K. 1995/16, KT: 21/06.1995, Anayasa Mahkemesi Kararları Dergisi, Sayı: 31, Cilt: 2, ss.: 538-549, s. 546.

[20] İlgili karar ve karar üzerine bir değerlendirme için bkz.: KANADOĞLU, Korkut: Laiklik ve Din Özgürlüğü, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Cilt: 26, Sayı: 109, Ankara, 2013, ss.:353-384, s. 355-356.

[21] E. 2012/65, K. 2012/128, KT. 20.09.2012, RG: 28622, 18.04.2013.

[22] Kararların tam metni için bkz.: E. 2016/7, K. 2017/171, KT: 13.12.2017, RG: 3034, 17.01.2018, E. 2017/180, K. 2018/109, KT: 06.12.2018, RG:30664, 23.01.2019.

 

Paylaş