Geçtiğimiz Yüzyılda Türkiye'nin Nüfus Artış Hızındaki Değişim Üzerine
-
31 Ekim 2025
GİRİŞ
Son yüzyıllık süreç içerisinde Türkiye ekonomisinin gelişimini, dünyanın en başarılı ekonomilerinden biri olarak nitelemek mümkün değilse bile, yine de bir başarı hikayesi olarak görmek sanıyorum yanlış olmayacaktır. 2024 yılında Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi durumunda görünmekte.
Türkiye bu ekonomik başarısı yanında geçtiğimiz yüz yıl içerisinde nüfusunu 6,5 kattan fazla artırmış bulunmaktadır. Hem bu ekonomik gelişmeyi, hem de bu nüfus artışını nasıl başardık; biri olmadan diğeri olabilir miydi acaba? Aynı zaman zarfında düşük nüfuslu bazı küçük ülkeler dışında Avrupa’da nüfusunu iki kat artıran bir ülke dahi bulunmamakta. Bugün Çin’in nüfusu 1.4 milyarı geçmiş durumda ama 1925 yılında nüfusu zaten 450 milyonun üzerindeydi. Yani o günden bugüne Çin’in nüfus artışı yaklaşık 3,5 kat olarak gerçekleşmiş. Aynı dönemde nüfusunu bizden daha fazla kat artıran ülkeler de var hiç şüphesiz ama bu ülkeler çoğunlukla ya körfez ülkeleri gibi zengin doğal kaynaklardan beslenen ve başlangıçta çok düşük nüfusa sahip ülkeler; ya da Sahraaltı gibi nüfus artışını büyük bir gerikalmışlık içerisinde gerçekleştirmiş ülkeler.
İşte Türkiye son yüzyılda nüfusunu yaklaşık 6,5 artırmış ve önemlisi bu derecede yüksek bir nüfus artışını, büyük bir toplumsal sefalete, çalkantıya veya iç çatışmaya mahal vermeksizin beslemeyi/finanse etmeyi ve dahası bunu kısıtlı yetişmiş insan gücüyle, sermaye birikimine ve zengin doğal kaynaklara da sahip olmaksızın başarmış bulunmakta. Bugüne geldiğimizde ise Türkiye’nin nüfus artış hızındaki düşüş günümüzün güncel ve kaygı uyandıran sorunlarından biri haline gelmiş görünüyor.
CEVAP ARADIĞIMIZ SORU
Burada açıklanmaya veya hiç değilse sorgulanmaya muhtaç bir durum yok mu? Geçen yüzyıllık dönemde Türkiye’deki nüfus artışı ve ekonomik gelişim, belirttiğimiz şartlara rağmen, son derece olağan, her ülkede görülebilecek normal bir durum mu? Bu derece büyük bir nüfus artışının altında yatan ekonomik ve sosyolojik etkenler üzerine kafa yormaya hiç mi gerek yok? Türkiye’nin ekonomik gelişiminde nüfus artışının rolü ne oranda; nüfus artışına ise hangi ekonomik gelişmelerin belirleyici bir katkısı olmuştur? Bu derece bir nüfus artışı olmaksızın da aynı ekonomik gelişimi elde edebilir; dünyanın en büyük 17. ekonomisi durumuna gelebilir miydik? Bu soruların bir hukukçu tarafından cevaplanamayacağı muhakkak. Hatta soruların doğru formüle edilmiş olup olmadığı dahi tartışılabilir.
Son yüzyıldaki ekonomik gelişmenin tek bir etkene bağlanamayacağı kesin. Bunun ardında çok fazla etken bulunduğu, özellikle Cumhuriyet ile birlikte çok büyük bir kalkınma hamlesi başlamış ve önemli sanayi yatırımları yapılmış olduğu tartışmasız. Ülke ekonomisinde tarım her zaman büyük rol oynamıştır. Keza elbette, 1960 sonrası planlı ekonomi; başta tekstil ve otomotiv olmak üzere giderek gelişen ve güçlenen bir sanayi; coğrafi olarak Avrupa pazarına yakınlık; gurbetçi işçilerin katkısı; 80’li yıllardan itibaren turizm ve gelişen diğer pek çok sektör ekonomik gelişime büyük katkı sundular. İyi ama aynı süreçte çok daha büyük ekonomik başarıların, yüksek eğitimli nüfusa ve sermaye birikimine sahip, halihazırda ve üst seviyede sanayileşmiş, yüzölçümü olarak çok küçük olmasına rağmen bizden daha fazla tarımsal üretim yapabilen diğer gelişmiş ülkelerde de yaşanmış olduğu ortada. Ekonomik başarı veya gelişmenin nüfus artışını sağlamadığı veya diğer bir ifadeyle yüksek nüfus artışını açıklamadığı muhakkak.
O zaman Türkiye özelinde, bu dönemdeki nüfus artışını ve paralelindeki gelişmeyi açıklayacak, gözden kaçmış veya şimdiye kadar hak ettiği derecede incelenmemiş, bize özgü ekonomik ve sosyolojik bir diğer etken daha olamaz mı?
Diyeceğimiz o ki, ülkemizde 1950’lerde büyük şehirlere göç dalgasıyla başlayan ve artarak 90’lı yıllara kadar süren gecekondulaşmanın ve bunun tetiklediği zincirleme reaksiyorunun hem nüfus artışı hem ekonomik gelişimin önemli etkenlerinden biri ve belki de birincisi olup olmadığını sorgulamak faydalı olabilir mi acaba?
Bu yazıda, bilimsel bir veriye dayanmadığını ve şahsi düşüncelerim olduğunu vurgulamak suretiyle uzun yıllardır derslerimde paylaştığım bazı sorularımı, bir deneme olarak da olsa tartışmaya açmayı arzu etmekteyim. Bu gözlem ve düşüncelerin doğru olup olmadığını saptamak, hatta tartışmaya değer olup olmadığına karar vermek büyük oranda ekonomistlere, özellikler de iktisat sosoyologlarına düşecektir.
HIZLI NÜFUS ARTIŞ DÖNEMİ
Geçtiğimiz yüzyıldaki hızlı nüfus artışının yaşandığı dönem, zamansal olarak bir diğer süreçle, yani göç dalgası, gecekondulaşma ve sonrasında yaşanan gelişmelerle örtüşmekte. Bu örtüşme, esasında bugün kırk yaş üstü nüfusun bizzat şahit olduğu ve Oğuz Işık’ın kentleşme sorunları açısından çarpıcı bir şekilde göz önüne serdiği bu sürecin[1], aynı zamanda ülkemizdeki nüfus artışının ve bu nüfus artışının desteklediği ekonomik gelişmenin temelindeki belirleyici etken olabileceği düşüncesini akla getirmekte.
Bahsettiğimiz zincirleme reaksiyona bakacak olursak...
- Özellikle 1950’ler ve sonrası itibariyle Türkiye’de, kırsal alandan şehirlere büyük bir göç dalgası yaşandı ve biliyoruz ki bu insanlar, barınma ihtiyaçlarını şehirlerin etrafındaki kamuya ait hazine arazilerini ve hatta yer yer ormanları işgal etmek suretiyle karşıladılar. Bu araziler üzerinde derme çatma da olsa başlarını sokabilecekleri “gecekondularını” inşa ettiler ve büyük şehirlerin etrafı kısa zamanda gecekondu mahalleleri ile çevrili hale geldi.
- Gecekondulaşmanın ciddi bir engelle karşılaşmaması, ekonomik sebeplerle büyük şehirlere akın edenlerin tek başlarına değil, aileleriyle birlikte göç edebilmelerine imkan sağladı. Mahallelerde hemşehrilik ve köydaşlık esasına dayalı gruplaşmalar esastı. Böyle olunca da, göçmenler yalnızlık çekmeden, aile ve köklerinden kopmadan, büyük ve yaygın bir kültürel yozlaşma, çürüme yaşamadan yeni yerleşim yerlerine geçiş sağladılar. Gecekondu mahalleleri suç ve suçluların kol gezdiği tehlikeli bataklıklar değil, çoğunlukla sakin, muzbut ve güvenli yerleşim yerleriydi.
- Aşağı yukarı aynı zamanlarda Türkiye’de çok partili dönem ve tabii siyasi partiler arasında kıyasıya bir rekabet başlamıştı. Bu rekabetin de etkisiyle yerel yönetimler, oy deposu olarak gördükleri bu mahallelere tüm hizmetleri götürdüler. 15-20 yıl gibi kısa bir zaman içinde bile, işgallerin artık kalıcı hale gelmiş olduğu görülebiliyordu. Mahalleler semtlere dönüşüyor, bu durum yeni göç dalgalarını teşvik ediyordu. Barınma ihtiyacını kalıcı olarak çözdüğünü, konduğu toprak parçasının elinden alınamayacağını gören gecekonducular tapu taleplerini dillendirmeye başlamışlardı.
- Nitekim yapacak başka bir şey göremeyen politikacılar da tapu vaadinde bulundular ve nihayetinde esasında özel mülkiyete dahi tabi olmayan; mülkiyeti kamuya, sadece o günkü topluma da değil, aynı zamanda gelecek nesillere de ait olan bu taşınmazların tapusunu / mülkiyetini, yok pahasına o taşınmazları işgal edenlere Politikacılara “kimin malını kime veriyorsun” diyen pek çıkmadı; diyenler de seslerini duyuramadılar. Tersine, dönemin Türk filmlerini seyrederken, toplum olarak, arsa spekülatörleri tarafından mağdur edilen gecekonducular için ağlıyor, fakir ama temiz kalpli gecekonducuları hayatı pahasına koruyan Yeşilçam kahramanlarını alkışlıyorduk.
- Tapu verilince, kayda değer bir malvarlığı bulunmayan bu insanlar, bir anda, büyük şehirlerin hemen etrafında yer alan kıymetli taşınmazların maliki haline geldiler. Böylece hem bu taşınmazlar tedavül kabiliyetine sahip iktisadi değerler olarak “ülke ekonomisine dahil edildi” (!); hem de bu taşınmazlara malik kılınan çok sayıda insan azımsanmayacak bir varlık edinmiş
- Bu durumun, bu uygulamadan yararlanan ve sayısı hiç de az olmayan geniş halk kitlesi üzerinde ve onların tüm aile fertlerinde, geleceğe dair ne derecede büyük bir güvence hissi oluşturduğunu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
- Artık mülk sahibiydiler ve haliyle oturdukları derme çatma konutlar yerine, daha iyi yapılmış binalarda oturmak istiyorlardı. Ancak elbette bu inşaatları yaptırtacak paraya sahip değillerdi. Bu ihtiyaç sebebiyle arsa sahipleri ile yükleniciler arasında yeni bir sözleşme tipi geliştirdik. Arsa sahiplerinin, yüklenicilere, inşaat işinin karşılığı olarak para değil, yapılacak binadaki bir kısım dairelerin (bağımsız bölümlerin) mülkiyetini vermeyi taahhüt ettiği yeni bir sözleşme türü: Kat (arsa payı) karşılığı inşaat sözleşmesi. Öyle ki sonraki dönemde, 2000’li yıllarda gelir paylaşımlı inşaat sözleşmeleri ortaya çıkıncaya kadar, ülke genelinde inşa edilen hemen hemen her binanın bu sözleşme temelinde yapıldığını, bedeli karşılığında inşaat yaptırmanın istisna haline geldiğini söylemek mümkün.
- Bu sürecin nispeten başlarında Kat Mülkiyeti Kanunu yürürlüğe girmişti ki, bu sayede eşya hukuku prensiplerinden ayrılmak suretiyle, binadaki her bir bağımsız bölüm üzerinde, kat maliklerinin bağımsız mülkiyet hakkı sahibi olması da mümkün kılınmıştı.
- Kat Mülkiyeti Kanununun da sağladığı bu hukuki çerçevenin yarattığı güvence içerisinde kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde, söz gelimi yüklenici 10 daireli bir bina yapacak, inşaat işinin karşılığı olarak ise binadaki 5 daire yükleniciye verilecek, 5 daire ise arsa sahibine ait olacaktı. Zemin katlar mümkün olduğu ölçüde dükkan olacaktı: Bütün aile fertlerinin katılımı ile işletilecek veya kiraya verilecek bu dükkanlar hem aile hem de mahalle ekonomisini güçlendirecekti.
- Gelin görün ki, esasında yüklenici sıfatıyla bu işe kalkışanların da çoğu zaman inşaatı yapacak ekonomik gücü yoktu. Kendileri de büyük oranda, tıpkı gecekondu sahipleri gibi yakın zamanda büyük şehre göç etmiş, muhtemelen önce kendi gecekondularını binaya çevirmek suretiyle inşaat işinde “tecrübe sahibi” olmuşlardı. Kendilerine kalacak daireleri, daha baştan, yani uygulamadaki adıyla topraktan (temelden), hazır dairelere oranla daha düşük fiyattan alıcı-üçüncü kişilere satmak suretiyle inşaatları finanse ettiler.
- Bu uygulama ise, yükleniciler için yeni ve düşük maliyetli bir finansman kaynağı oluştururken, alıcı-üçüncü kişi konumunda olan ve normal şartlarda bitmiş daire alacak ekonomik gücü olmayan çok sayıda insanın da konut sahibi olmasını sağladı.
- Bu süreç ve sistemde, görece kısa zaman içerisinde çok sayıda konut üretilebilmesinin, yüksek nüfus artışına rağmen, takip eden onyıllar boyunca ülke genelinde, hem kira bedellerinin, hem de daire fiyatlarının, uzunca bir süre makul/ulaşılabilir kalmasını sağladığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla zaman içerisinde, gecekondu furyasından arsa kapma şansı elde edenler yanında, daha geniş bir çevrenin de bu süreçten olumlu etkilendiğini söylemek yanlış olmasa gerek[2].
- Ekonomik zorluklar kaçınılmaz olsa da, evlenip aile kurmak, çoluk çocuğa karışmak, hatta bir zaman sonra konut sahibi olmak, zora alışık Türk insanı için hiç de göz korkutucu değildi.
- Bir parça cesareti olan, başkaca hiçbir meziyete sahip olmaksızın “müeahhitliğe” soyunup pastadan aldığı payı kolaylıkla büyütebiliyordu.
- Tüm bu inşaatların yarattığı geniş istihdam olanakları ve inşaat ile birlikte buna bağlı sektörlerin gelişmesinin ekonomiye katkısı da cabası. Öyle ki, gelecekte ülke ekonomisinin “lokomotifi” ünvanını kazanacak olan inşaat sektörünün de temelleri atılmış oluyordu.
- Bu sistemde yüklenici ne kadar yüksek bir bina inşa edebilirse, paylışacak daire sayısı da elbette o kadar çok olacaktı. Arsa sahipleri de mümkün olduğunca çok daire istiyordu. Çoğu yerde zaten, yakın akrabalar göç ettikçe veya genç aile üyeleri evlendikçe, gecekonduya yeni katlar eklenmiş, zaman içinde gecekondu da çok katlı hale gelmişti. Ne kadar büyük bir inşaat için izin alınabilirse, her iki taraf için de kazanç o kadar çok olacaktı.
- Bu durumda yüklenicilerin, idareden/yöneticilerden gerekli inşaat iznini alması gerekiyordu. Elbette idareciler de, bu iyiliklerinin karşığını alacaklardı. Nitekim kamuoyunda yerleşik genel kanı, ülkedeki en yaygın, sistematik ve halk nezdinde diğerlerine kıyasla maalesef mazur görülebilen yolsuzluk türünün de inşaat izinleri suretiyle gerçekleştiği; Türkiye’de siyasetin finansmanının dahi esasında bu şekilde sağlandığı yönünde değil midir? Belirtmek gerekir ki, bu düşünceler ispatlanabilir olgular değildir. Bunlara ilişkin elimizde resmi veya gayri resmi olsun, herhangi istatistiki bir bilgi olabilmesi mümkün değil. Ama toplumdaki genel kanının bu yönde olduğu da yadsınamaz.
- Elbette yolsuzluğu mazur gösterecek değiliz ama kim bilir, belki de bu sayede, yani kamuoyundaki kanı doğru ve Türkiye’deki yaygın yolsuzluk yöntemi bu şekide inşaat projeleri ve izinleri karşılığında elde edilecek, yani yaratılacak ranttan pay almak suretiyle gerçekleşmiş ise, kirli siyasetçiler de kurumlarının bütçelerini, yani mevcut ve sınırlı kamu kaynaklarını yağmalama ihtiyacını, benzer ülkelerdeki meslektaşlarına oranla daha az hissetmiş ve bunun sonucunda yolsuzluğun kamu hizmetleri ve alt yapı yatırımları üzerindeki olumsuz etkisi de daha düşük seviyede kalmış olabilir.
TERSİNE DÖNEN TABLO
Yukarıda tarif ettiğimiz sürecin sürdürülebilir olmadığı muhakkak. Nitekim 2000’li yıllardan itibarendir ki, imar ve inşaat uygulamalarında büyük bir değişim başladı ve bu değişim de bir başka zincirleme reaksiyonu beraberinde getirdi.
- Gecekondulaşma, hazine arazilerinin en alt tabakadaki halk kitlelerine transferi uygulaması nihayet ve büyük oranda sona erdi. Bu araziler artık iktidar ve ona yakın büyük şirketler veya dini gruplar tarafından paylaşılacaktı.
- O zamana kadar nüfus artışında en büyük rolü oynayan en alt tabakanın hem barınma hem de geçim ihtiyacını karşılayan sistem artık ortadan kalktı. Yeni arazilerin imara açılması, yeni imar planları ve bu planlar dairesinde yapılan inşaatlardan artık alt tabakadaki geniş halk kitleleri istifade edemiyordu.
- Beraberinde nüfus artış hızı da önce yavaş sonra giderek artan bir şekilde düşmeye başladı. Osmanlı tarihinde gördüğümüze benzer bir şekilde, (bu sefer nüfus artışı anlamında tabii), adeta fethedilecek yeni toprak kalmayınca, duraklama ve gerileme kaçınılmaz olmuştu.
- İnşaat sektörü ülke ekonomisinin lokomotifiydi ama artık hem arsa geliştirme ve inşaat işini hem de buralardan elde edilecek gelirin nasıl ve kime dağıtılacağını belirleme işini iktidar kendi tekeline almıştı.
- Büyük, hatta mega projeler dönemi başlamıştı. Bu muazzam projelerin yanında, üniversite öğrencilerinin yurt ihtiyacı idarenin ilgi alanına dahi girmiyordu. Böyle olunca da, öğrenciliğinde değil başını sokabileceği tek göz oda, bir yurt yatağı dahi bulamayan gençler için evlenip çoluk çocuğa karışmak, Kanije savunmasından daha zorlu görünüyordu.
- Suriye’de yaşanan iç savaşın yol açtığı göç dalgası ve taşınmaz alımına dayalı olarak yabancılara vatandaşlık verilmesi uygulaması konut fiyatlarını geniş halk kitlesi için ulaşılamaz bir seviyeye çıkardı.
- Artık Üniversite mezunu olsun ya da olmasın her genç için, aile kurmanın gerektirdiği sorumluluğu üstlenmeye cesaret edebilmek bir yana; koşulsuz biat karşılığında ülke kaynaklarını paylaşan azınlık arasına kabul edilme imtiyazını elde edemezse, kendi geleceği bile şüpheliydi.
- Nihayet hayat pahalılığı yanında, şehir hayatının şartları ve ortalama öğretim süresinin artması evlilik yaşını, evlilik yaşının artması ise kaçınılmaz olarak çocuk sayısını etkilemiş bulunmakta.
Yukarıda özetlediğimiz bu tablo, yani Türkiye’deki nüfus artışının 2000’lere kadar olan ve sonrasındaki seyri, bu konudaki temel belirleyicinin, en alt tabakanın barınma ihtiyacının karşılanması olduğunu göstermiyor mu?[3] Kim bilir, belki de tümüyle bir rastlantı...
GELECEĞE DAİR
Olan oldu, nüfus artış hızımız çok hızlı düştü. Nüfus artış hızını eski günlere çevirmek mümkün olmasa da, yine de çareler aramak, keskin önlemeler almak zorunlu görünüyor. Bunun, çocuk başına verilecek maddi destekle sağlanamayacağı muhakkak.
İhtiyaca cevap verecek dikkatli bir göçmen politikası yanında ve tabii eğer yukarıdaki tespitler doğruysa, bu tablodan yola çıkıp bize özgü, güncel eğilime uygun ve belki de nüfus artışı için gerçek anlamda teşvik oluşturacak bir yöntem bulunamaz mı?
Son yıllarda, düzensiz yapılaşma yön değiştirmiş görünüyor. Evet, imar ve inşaat rantı siyasal iktidarın tekelinde ama bu durum kural olarak sadece şehirlerle sınırlı. Genel olarak taşra ve özellikle köy ve kırsal halen siyasal iktidarın ilgi alanında değil. Nitekim son on yılda, büyük şehirlerdeki konut sorunu ve pahalılık, yaşam kalitesindeki düşüş, teknolojinin sağladığı uzaktan çalışma imkanı, ulaşım olanaklarının artması, küresel salgın sırasındaki deneyimin etkisi, nihayet deprem riski gibi çeşitli sebeplerle ülke genelinde köylere ve kırsal alana doğru artan bir ilgi ve kayış görünüyor. Bu durum yine çoğunlukla yaygın ve çarpık yapılaşmaya yol açıyor ve bunun böyle sürüp gideceği anlaşılmakta. Bu süreçte hazine arazilerinin işgali söz konusu değil ama yoğun yapılaşma sebebiyle tarım arazileri günden güne yok olmakta. Yerel halk ve yönetimler gidişattan memnun görünüyor çünkü arazilerinin fiyatı artıyor; köyleri büyüyor; yerleşim yerleri yatırım çekiyor; elbette başını yine inşaatın çektiği yeni iş alanları açılıyor; istihdam artıyor. Tarım azalıyor, beton ve çoğu yerde çirkin yapılaşma artıyor ama köye zenginlik geliyor. “Nereye kadar” diye soran yok. Bu yeni nesil göçten, bir müddet için de olsa menfaat sağlama sırası şimdi kırsalda.
Sorun şu ki, köye kalıcı, yerleşik ve sürdürülebilir bir üretim getiren göç istisnai. Yapılaşmadaki amaç büyük çoğunlukla köye üretim amaçlı yerleşmek değil. Bir tarafta “arsa yatırımı nasıl olsa zarar ettirmez” düşüncesi, bir tarafta da, mümkün oldukça şehirden kaçarak dinlenmek, toprakla tekrar bir bağ kurmak, sahil şeridinde ise bahçe ile yazlık anlayışını birleştirmek arzusu. Köye kalıcı yerleşenlerin büyük kısmı, vatana dönen gurbetçi misali, çoluğu çocuğu evlendirmiş, şehirde görevini tamamlamış, emekli olmuş, kendi köyünün olmasa bile çocukluğundaki köy yaşamının hasretini çeken ortayaş ve üzeri yurttaşlar. Hal böyle olunca köyde yaşamak, üretim yapmak yine genç nüfusun tercihi değil.
Gönül ister ki tarım arazileri korunsun, geliştirilsin. Ancak yerelde bu yönde kayda değer bir toplumsal ve siyasi iradenin mevcut olmadığı görülüyor.
İşte acaba, nasıl olsa tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmasının önüne geçilmiyor ve geçilmeyecek, oldu olacak, bu arazilere özellikle tarımsal üretime dayalı belirli şartlarla yapılaşma hakkı verilmesinin, çocuk sahibi olma hususunda teşvik unsuru olarak kullanılması akla gelebilir. Diğer bir ifadeyle, hiçbir şey yapmayarak tarım arazilerinin zaman içinde tamamen üretim dışı kalmasına seyirci kalmaktansa, hem tarımsal üretimi hem de nüfus artışını teşvik edici bir yapılaşmaya imkan tanınmasına ilişkin yöntemler ve çözümler düşünülebilir. 1950’ler sonrasındaki gelişmelerin başlangıcını oluşturan göç dalgasının kaynağı, pınarı köy olduğuna göre ve bugün bir “nüfus krizi” ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorsak, bu sorunun çözüm kaynağını da belki yine köyde aramak gerekiyor olabilir. Doğru bir yol mu veya hatta işe yarar mı bilemiyorum. Oldukça şüpheli ama yine de düşünmeye değer görülebilir.
Her durumda, önümüzdeki süreçte nüfus artış hızında yükselme gerçekçi görünmediğinden nüfus artışına dayalı ekonomik büyüme de artık mümkün değil. Nüfusumuz eskisi gibi artmamasına rağmen, ekonomik büyümeyi sürdürmek istiyorsak, aşikâr ve tüm uzmanlar tarafından tavsiye edilen reçeteyi uygulamak, yani bilime yatırım; çok daha fazla Ar-Ge; yüksek teknoloji üretimi; nitelikli, güncel ve teknolojik gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçlara cevap veren teknik eğitimin yaygınlaştırılması ve kişi başı verimlilik artışı şart görünüyor.
Dipnotlar
[1] Oğuz Işık, Yağma Kültürü/Kirli İttifaklar/Yeni bir Kent, Birikim, 22 Şubat 2023, https://birikimdergisi.com/guncel/11267/yagma-kulturu-kirli-ittifaklar-yeni-bir-kent
[2] Tabii bu arada ülke nüfusundaki artışın, ama az ama çok taşradaki her nevi taşınmazın, hatta kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki çorak arazilerin değerini dahi artırmış olması muhtemeldir.
[3] “Yoksulun amacı ‘Yerleşebileceği Bir Yer’, gerçekleştirilecek; efendilerin istekleri, ‘İlerleme’, dizginlenmeyecek”. Bu ifade, saf ekonomik gelişmenin özünün, sosyal sarsıntı pahasına ilerlemenin gerçekleştirilmesini, tartışmasız kabul eder gibi görünüyor: Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, İstanbul, 2021, s.75.
-

Emrehan İnal
Prof. Dr.İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Anabilim Dalı
[email protected]
